Aslına bakılırsa Türk bankacılık sektörü yabancı sermaye olgusuyla ilk kez tanışmıyor. Tersine, yabancı bankaların Türkiye'deki faaliyetleri Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinden bu yana, farklı yoğunluklarda da olsa her zaman mevcudiyetini korudu. Cumhuriyetin 1923'te kurulmasına rağmen Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın ancak 1930 yılında kurulabilmesi bile bu durumun çarpıcı bir göstergesi. Bununla birlikte Cumhuriyet döneminde Türkiye'deki yabancı sermayeli bankalar uzunca bir dönem, hem sayıca hem de faaliyet alanları bakımından dar bir çerçevenin içinde kalmışlardı.
Dünyadaki genel duruma bakınca bankacılık alanında bugüne kadar üç büyük dış yatırım dalgası gözleniyor. Bunların ilki 1830'lu yıllarda başlayan ve özellikle İngiliz ve Hollanda bankaları tarafından, bu ülkelerin sömürgelerinde yapılan dış yatırımlar. İkinci dalga 1960'lı yıllarda Amerikan bankalarının, daha sonraysa Japon bankalarının faaliyetleriyle belirginleşiyor ve gelişmiş ülkelerden diğer gelişmiş ülkelere doğru bir seyir var. Birinci ve ikinci dalgalarda bankalar ‘kendi ülkelerinin çokuluslu firmalarını izlemek’ için dış yatırıma yöneliyorlar. Üçüncü dalga ise 1990'larda belirginlik kazanıyor ve bu dönemde başı çeken bankaların Avrupa bankaları oldukları görülüyor. Bu defa dış yatırımın gerisindeki temel saik ‘müşterinin izlenmesi’ değil; yerel finansal hizmetler talebinin karşılanması, özellikle de perakendeci bankacılık. Bir başka ifadeyle bu dönemde ‘yeni pazar arayışı’ öncelikli dış yatırım sebebi haline geliyor. Bu durum ipotek kredilerini, tüketici kredilerini, kart işlemlerini içeren perakende pazardaki risk kompozisyonunun bankalara çekici gelen yapısıyla da ilişkili. Ayrıca, yatırımcı yabancı bankaların uzunca bir süre, yatırım yapmayı planladıkları ülkelerde dolaylı da olsa faaliyetteler. Örneğin yerli bankalara açılan sendikasyon kredileri vasıtasıyla bu pazarların risk ve getiri koşullarına ilişkin önemli tecrübe edindikleri şüphesiz.
Yatırımcı yabancı bankalar esasen kendi iç pazarlarındaki rekabet baskısı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler sebebiyle yeni pazarlar arayışına giriyorlar. Fakat bu sürecin ‘stratejik’ yönü mutlaka vurgulanmalı. Bugünün rekabetçi koşullarında ayakta kalabilmek mutlaka dışa açılmayı zorunluluk haline getiriyor. Bu durum sadece bankacılık sektörüyle de sınırlı değil; akla gelebilecek tüm sektörlerde firmalar aynı baskıyla karşı karşıya. Dolayısıyla rakiplerinizle baş edebilmek için büyümek zorundasınız; onlar hangi pazarlarda büyüyorlarsa siz de oralarda büyümek zorundasınız. Aksi halde bir süre sonra rekabet gücünüzü kaybetmeniz; hatta eğer görece küçük oyunculardan biriyseniz ‘satın alınma’ tehdidine maruz kalmanız zor değil. Tabii bazıları bunu bir tehdit değil de bir fırsat olarak değerlendirebilirler. Bunun bir tehdit mi yoksa fırsat mı olduğu bütünüyle içinde bulunulan konjonktüre bağlı olduğu gibi resme hangi perspektiften bakıldığına da bağlıdır. Dolayısıyla, yabancı bankaların dış yatırım girişimlerinin gerisindeki ‘pazar ve stratejik aktif arayışını’ mutlaka vurgulamalıyım. Türk bankalarına biçilen değerlerin gittikçe artan bir seyir sergilemesi de temelde bu sebebe dayanıyor. Belirlenen değerlerin önemli bir kısmının ‘stratejik değer’ olduğu görülüyor. Bu yaklaşım yerli banka sahiplerinin satış konusundaki istekliliklerini de açıklıyor: Eğer satıştaki zamanlama yanlışsa, bir başka ifadeyle, eğer geç kalırsanız bankanızın stratejik değeri düşebilir. En yalın söyleyişle ‘sona kalan dona kalır’ endişesinin içten içe hissedilmesi. Çünkü unutmamak lazım ki alıcı sayısı sonsuz değil.
Öyle ya da böyle, gelinen aşamada, ABD, AB ve Japonya merkezli üç ekonomik bloğun genellikle gelişmiş ülkelerinin bankaları, hatta Portekiz ve Yunanistan örneğinde olduğu gibi görece daha küçük ekonomilerin bankaları; daha önceleri stratejik pozisyon alma kaygısıyla, karşılıklı olarak birbirlerinin iç pazarlarına girme çabasındalarken bugün, içinde bulundukları ekonomik bloğun daha geri bölgelerine doğru büyüme çabasındalar. Avrupa Birliği düşünüldüğünde bankacılıkta dış yatırım çeken ülkeler 'Avrupa ekonomik alanıyla' tamamen bütünleşmiş olan ve Avrupa Birliği'ne yeni giren ya da girmeye aday ülkeler. Türkiye de bu ülkeler arasında ve 1989'daki 32 Sayılı Kararla kambiyo rejiminin bütünüyle serbestleştirilmesi, 1996'daki Gümrük Birliği ve son yıllarda hızlanan mevzuat uyumu çalışmalarının yarattığı koşullarda, ülke ekonomisi bütünüyle Avrupa ekonomik alanının bir uzantısı haline geldi. Bunların yanı sıra, 1999 yılında kamusal nitelikli uyuşmazlıklarda da hakeme başvurulabilmesi imkânı, yani uluslararası tahkimin yasal düzenlemeye bağlanması ve 2003 yılındaki yeni yasayla, yabancı sermayeli yatırımlar önündeki akla gelebilecek tüm kısıtlamalar kaldırılmasıyla Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme süreci perçinlendi. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi – siyasi boyutta Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı dikkate alınmaksızın – bugün Avrupa Birliği merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir parçası.
Bu şartlar altında Türk bankacılık sektörünün, 'satın almalara' dayanan yayılmacı stratejiler izleyen Avrupalı bankalar için iştah kabartıcı olması kimseyi şaşırtmamalı. Çünkü hem mevcut pazar büyüklüğü, hem de pazarın büyüme potansiyeli dikkate alındığında; dev Avrupalı bankaların arasındaki oligopolist rekabetin Türkiye pazarına girişi kaçınılmaz kıldığı ortada. Bu şartlar altında büyük oyuncular Avrupa pazarının başka bir parçasındaki rekabetçi dengelerin kendisi aleyhine değişmemesi bakımından dahi Türkiye'de olmak zorunluluğunu hissediyorlar. Yani, sektöre her bir yabancı sermayeli giriş bir başka yabancı sermayeli girişi uyarıyor; hatta zorluyor.
Öte yandan bankacılık sektöründeki geleneksel yerli oyuncuların büyük çoğunluğunun, finans dahil çeşitli sektörlerde aktif gruplar oluşları konunun diğer yanını oluşturuyor. İç pazarın geleneksel niteliklerini yitirerek geniş Avrupa pazarının uzantısına dönüşmesiyle artan rekabet, sektörel odaklanmayı zorunluluk haline getirmiş durumda. Bu, tüm sektörlerde eşanlı rekabet edilemeyeceği; dolayısıyla bazı sektörlerden çekilmek zorunda kalınacağı anlamına geliyor. Üstelik son dönemde yaşanan krizler ve bunlar sonrasında ortaya çıkan yeni düzenlemeler, bankacılık işini eskiye kıyasla çekici olmaktan çıkardığı gibi; 'geleneksel birikim modelinin' de artık yürümeyeceğini gösteriyor. Geleneksel modelde bankacılık, grup şirketleriyle stratejik entegrasyon içinde düşünülmekte ve bir şirketler grubunun üyesi olan bir bankanın bütünüyle ayrı bir bünye olarak görülmesi yerine, grubun finansal motoru olarak algılanması ve kullanılması söz konusu ediliyordu. Belirttiğim gelişmeler bu modelin sonunu getirmiştir.
Dolayısıyla Türk bankacılık sektöründe yaşanan değişimi ve bunları zorlayan krizleri Türk ekonomisinin 'reel' sektörlerinden ve genel 'sermaye birikim modelinden' bağımsız düşünmek mümkün değildir. Yeni dönemde özellikle Avrupa'nın dev bankalarından gelen devir teklifleriyle birlikte artacak olan rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli bankaların sayısı pek fazla olamayacaktır diye düşünüyorum. Bu bakımdan, sektördeki yabancı sermaye payının hangi düzeylere erişebileceğine ilişkin görüşler genellikle çok iyimser tahminler içeriyor. Bugün sektördeki aktif büyüklükleri dikkate alınıp, sahip olunan sermaye payının ötesinde bankaları kimin kontrol ettiğine bakarak bir analiz yapıldığında, sektörün neredeyse yarısının yabancı sermaye kontrolüne geçtiği görülüyor ve aşikâr ki yeni devir söylentileri de devam ediyor. Bu çerçevede, Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayenin sınırlanması yönündeki görüşlerin siyasî otorite tarafından benimsenmesi durumunda eldeki araçların teknik olarak neler olabileceği konusu akla gelmektedir. Bu türden politika seçeneklerinin de çok sınırlı olduğunu not etmeliyim. Eğer siyasi otorite bu yönde bir tercihe sahipse, bunun sadece ‘en az bir’ kamu bankasının kamuda kalmasıyla, bir başka ifadeyle özelleştirilmemesiyle mümkün olabileceğini düşüyorum. Tabii bu tercih edilir mi, ya da IMF ile yapılan düzenlemeler buna ne ölçüde imkân verir, o da ayrı bir değerlendirmeyi gerektiriyor.
Bu yazı Ekovitrin Dergisi'nin Mayıs 2006 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder