Sustum. Ben de onun kadar içmeli miydim; yararı olur muydu – bilemedim. Barda karşımda oturan ve sessizce beni dinliyormuş gibi duran bu adam acaba söylediklerimin ne kadarını anlıyordu? Bunu kendisine sormam bile anlamsızdı. Benim ölçülerime göre çok da fazla içmiş sayılamayacağı halde alkolün onu çoktan teslim aldığı gözlerinin donukluğundan okunuyordu zaten. Üstüne varmadım. Kimin aşkı daha büyüktü acaba: Onunki mi yoksa benimki mi? Öylesine çaresiz bakıyordu ki üstünde düşünmeksizin bu akşamı onun aşkını konuşarak geçirmenin daha uygun olduğuna karar verdim.
“Anlat” dedim “Belki rahatlarsın?”
Dudaklarından yarım yamamak dökülen hecelere “Nesini?” gibi bir anlam yüklemekte sakınca görmedim.
“Daha fazla içmemelisin” diye cevapladım. “Konuşalım biraz. Kahve içer misin?”
Barmene döndüm ve iki kahve istedim. Önündeki bira bardağını azıcık uzaklaştırdım iterek. Barmenle göz göze geldik yeniden; bardağı kaldırmasını işaret ettim.
“Hadi anlat? Nasıl başladı herşey?”
“Merdiven boşluğunda” dedi. Kahvesini yudumlarken azıcık açılmış gibi görünüyordu. Sanki anlatarak, yaşadıklarını yeniden yaşamak ister gibi canlandı. Gözlerindeki donukluğun ve uyku hâlinin silinir gibi olduğu fark ettim.
“Okulun merdivenlerinde mi? İlk orada mı karşılaştınız?”
“Hayır ilk kez Profesör Brooks’un evinde karşılaştık. Sadece tanıştırıldık o akşam. Profesör Brooks Nottingham Üniversitesi’ne geçmeye karar vermiş ve bizi bir hoşçakal partisine davet etmişti. Ben bölüme henüz katılmış bir doktora öğrencisiydim. Londra’da City’nin ihtişamlı binalarında bunaltıyla geçen beş yıldan sonra bankacılığın bana göre bir iş olmadığına ve yeniden – öğrenci olarak da olsa – üniversiteye dönmeye karar vermiştim. İlk karşılaşmamızda beni pek de etkilediğini söyleyemem doğrusu. Sadece mavi gözlerindeki ışıltı dikkatimi çekmişti. – hepsi o kadar. Hatta çirkin görünmüştü bana – belki de o yüzden gözlerinin mavisi bu kadar dikkatimi çekmişti – bilemiyorum. Sonra okul binasının merdivenlerinde sıkça karşılaşmaya başladık. Okulun merdiven boşluğunu bilirsin, koca bir avlu aslında. En alt kattayken bile en üst kata kimin çıkıyor olduğunu kolayca görebilirsin. Kimi zaman uzaktan görüyordum onu, kimi zaman yanı başımda beliriyordu. Önceleri sadece selamlaşıyorduk. Birgün birlikte bir kahve içmeyi teklif ettim. Bir doktora öğrencisi ile bir öğretim üyesinin birlikte kahve içmelerinden daha doğal birşey olamaz belki ama tabii öğretim üyesi ve öğrenci farklı bölümlere mensup olduklarında da böyle algılanır mı bilemiyorum.”
Anlattıkça uykusuzluk eridi gitti gözlerinde. Kahvesini tazelettirdim. Anlatmıyor yaşıyordu. Hikâyesine ben de kaptırmıştım kendimi. Kendi acımı hatırlamıyordum bile.
“Evliymiş. Çocuksuz ama. Kocasından çok söz etmek istemedi. Kahvelerimizi yudumluyorduk. Mavi gözleri içimi gıcıklamaya çoktan başlamıştı. Çirkinliği de yüzünde bir maskeymiş de sanki, sonradan çıkarıldığında kendi yüzü açığa çıkmış gibiydi benim için. Birşeyi vardı, bir türlü tarif edemediğim. Böyle insanı kuşatıveren ve kendisine doğru çeken bir gizli güç. O ilk kahve sohbetini gittikçe sıklaşan başka sohbetler izlemeye başlamıştı. Sonraları öğle yemeğine de gitmez olmuştum. Sabah evden çıkmadan önce hazırladığım sandviçleri onun odasında yiyorduk. Konuşacak o kadar çok şeyimiz vardı ki... Dans etmeyi çok severmiş. Bir toplulukları varmış. Her hafta Cumaları biryerlerde buluşur dans ederlermiş. Birgün bana sende gel dedi. Gittim. Pek becerikli değildim dans ederken. Güldü bana. Evliydi ama kocası yoktu ortalıkta. Üstelik ondan söz etmeyi de pek sevmezdi. Beni arkadaşlarına ‘Duncan bizim okulda doktora öğrencisi’ diye tanıştırıyordu. Arkadaşlarından kimsenin de kocasını sorduğunu hatırlamıyorum hiç. Artık aşıktım. Gözlerimi ona bakmaktan alıkoyamıyordum. Oysa birlikte geçirdiğimiz zaman ne kadar uzun olursa olsun bana değer vermiyormuşcasına davranıyordu hep. Ben her fırsatta yakınlaşmaya çalışıyorken o hep kaçıyordu. Tanışalı aylar olmuştu artık. Arkadaştık. Bence çok iyi arkadaştık ama sadece arkadaştık. Öylesine bir ruh halindeydim ki; onunla birlikte geçen saatlerin dayanılmaz mutluluğuyla ona erişememenin, ona kavuşamamanın acısını bir arada yaşıyordum. Ama sözünü ettiğim çekiciliğinin esareti altında, kendimi ifade etme, duygularımı kendisine söyleme fırsatım bile yoktu. İnce dudaklarını öpmek istiyordum. Tenine tenimi değdirmek istiyordum. Fakat nafile. Yirmi altı yaşındaki genç bir adamın, otuz yedi yaşındaki olgun bir kadına köleliği... Birgün yine okulda onun odasındaydık. Öğle saatleriydi. Her zamanki gibi benim hazırladığım peynirli sandviçten ısırdığı lokmayı çiğnerken, odasını çepeçevre sarmış olan raflardaki dağınıklığa aldırmaksızın, kitaplarının sırtlarına göz gezdiriyordu. Sonra yürüdü ve kapıyı içeriden kilitledi. Ben kilit sesini duyunca başımı önümdeki dergiden kaldırıp ona baktım. Daracık odasında birkaç adımda bana ulaşıvermesi işten bile değildi. Eğildi ve dudaklarımı öptü. Bayılacak gibi oldum. Kanım kaynıyordu ama ellerim buz gibi terliyordu. Kasıklarımdaki sızı sadece bugünün sızısı değildi aslında; fakat kalakalmış, gafil avlanmıştım. Oysa bu an aylardır beklediğim andı. Tuzağa düştüğü ilk anda donakalmış av gibiydim. Gözleri kapalıydı öperken. Sonra birden doğruldu. Enerjik adımlarla kapıya seğirtti ve açtı. Bana öğleden sonra işim olup olmadığını sordu. Öğleden sonra danışmanımla olan randevumu hatırladım birden ama kekeleyerek ‘yok’ deyiverdim. Çarşambaları öğleden sonra dersi olmazdı. Saat ikiye kadarki zamanını, soru sormak için gelen lisans öğrencilerine ayırır, ardından da eve giderdi hep. Saat ikiye çeyrek vardı. ‘Hadi çıkalım’ dedi. Çıktık. O günden sonra kelimenin anlamında onun esiriydim. Kocasının adını andırmıyordu bir türlü. Ayrı yaşadıklarını söylüyordu hep. Neden boşanmadıklarını öğrenmek istiyordum. Evlilik düşünmeye başlamıştım. Ama ona bu konuyu açmaya bile cesaretim yoktu. Artık okulda daha seyrek görüşmeye başlamıştık. Geceler gündüzlerin yerini almıştı. Ben doktora tezimi ve hatta danışman hocamın yüzünü bile unutmuştum. Uykusuz geçen geceler tüm enerjimi alıyor, gündüzlerse ya uyuyarak ya da onun hayâlini kurarak geçiyordu. Tutsaklığım her geçen gün biraz daha derinleşiyor ve ben batıyordum. Aşk konusunda söylenen ve daha önceleri uçuk gelen sözlerin ne anlama geldiği artık tereddütsüz kavramıştım. Ben aşkın uçurumunda yuvarlandıkça ondaki aldırmazlık artıyordu. Evet aldırmazlık! Doğrusu onun bu tutumunu tanımlamak için hangi kelimenin uygun olduğunu bile tam bilmiyorum. Sonraları, ilişkimizin önceleri sadece gecelere yayılan yönü, aydınlık saatlere de sarkmaya başladı. Seyrek de olsa bölümdeki odasında bile öpüşmekten öte gittiğimiz oluyordu. Bu durum beni çok korkutuyordu ama esiriydim. Ne isterse ona sunuyordum. Aslında korkum kendi doktoramdan çok onun işi içindi. Ben doktorayı çoktan unutmuştum bile. Artık aklımdan buralarda bir iş bulmayı geçirmeye başlamıştım. City’deki Amerikan bankasında çalıştığım dönemde biriktirdiğim paranın bir kısmını çoktan bitirmiştim. Akademik kariyer benim için cazibesini hâlâ koruyordu ama bu kafayla nasıl akademik kariyer yapılabileceği sorusuna cevap veremiyordum. Bu tabii başlı başına bir tez konusu bile olabilirdi. Dişlek danışmanım Profesör Hamilton’ı her gördüğümde, o daha beni görmeden sıvışacak bir delik buluyordum nasılsa. Aşk ve şehvet dolu, karanlıkla gün ışığının birbirine bulandığı günler hızla geçiyordu. Sarı saçlarımın arasında tek tük görünmeye başlayan ak saçlarımın kaynağı, bu düzensiz hayat ve yaşadığım stres olmalıydı. Ona olan aşkımın doyurulan şehvet yönüne karşı ölesiye aç bırakılan duygusallığı, başlı başına büyük bir dertti benim için. Üstelik geride bıraktığım ve bir daha dönemeyeceğim bir işim ve belki de asla gerçekleştiremeyeceğim kariyer planlarım vardı. Paramın günbegün tükenişi bankadan gelen aylık ekstrelerde görünüyordu ama yazmam gereken tezin sayfa sayısında başlangıçta verdiğim tez teklifinin ötesinde fazlaca bir artış olmamıştı. Kendime acıyordum. Bir bataktaydım ve bir güç beni gittikçe daha da derinlere çekiyordu. Bu karma karışık duyguların içinde sürüklenirken, onun farkettirmeden benden uzaklaşmaya çalıştığını hisseder gibi olmuştum. Yoksa kendi kendime ürettiğim bir korku mu bu dile düşünüyordum ama hayır bu gerçeğin ta kendisiydi. Artık eskisi kadar sevişmek istemiyordu. Ya da eskisi kadar zevk almıyordu sevişirken. Hatta görüşmekten bile kaçınmaya başladığını seziyordum. Fakat o kaçtıkça ben üstüne gidiyordum. Bu durumdan o da acı duyuyordu. Benimse baştan beri duyduğum acıydı zaten.
Bir gün odasına gittim. Normalde o saatlerde hep odasında olduğu halde yerinde yoktu. Endişelendim ve hemen evine telefon ettim. ‘Endişelenme evdeyim. Yorgunum biraz – dinleniyorum’ dedi. ‘Peki’ dedim. ‘Eğer birşey istersen?’ ‘Sağol’ deyip kestirip attı. ‘Geleyim mi’ diye sordum. İstemedi. Üstelemedim. Bunu izleyen günlerde sevişmelerimiz ve görüşmelerimiz iyice seyreldi. Fırsattan istifade kendimi toparlamaya ve daha çok tezime vermeye çalışıyordum ama başarılı olduğum söylenemezdi. Kütüphanede makale toplamanın ve rafların arasındaki gündüz rüyalarımın dışında çok da verimli sayılmazdı bu dönem. Bunalmıştım. Bir gün onu yine olması gereken saatlerde odasında bulamayınca telefon etmeksizin evine gitmeye karar verdim. Yakınlardaki bir köyde oturuyordu. Arabam olmadığı için çok da kolay olmayacaktı bu ziyaret. Genellikle onun arabasıyla birlikte giderdik evine. Tabii beni okulun önündeki otoparktan almazdı arabasına. Ben ondan on dakika önce binadan ayrılır ve kampusun çıkışındaki otobüs durağına doğru yürürdüm hep ve beni sanki otostop yaparcasına alırdı beni arabasına. Zihnimde bulanık düşüncelerle, yine otobüs durağına seğirttim. Üstelik bu kez beni almaya gelmeyeceğini bilerek. Saat başı durağa uğrayan iki katlı Sileby otobüsünün üst katındaki rahatsız koltuğa oturduğumda, onu evde, salonda oturmuş kahvesini yudumlayıp sigarasını içerken ve Klasik müzik dinlerken hayal ediyordum. Mavi gözleri de donuk olmalıydı. Ekimin tipik, yağmurlu bir günüydü. Yol boyunca uğradığımız köylerde yemyeşil çimlerin üzerine yayılmış sarı yapraklar bana kendimi hatırlattı. Bu yapraklar kadar yorgun ve kuruydum. Arabayla yirmi dakikada alınan yolu otobüs ancak kırk beş dakikada alabiliyordu, sürekli durduğu ve yolu birazcık uzattığı için. Bu kırk beş dakika boyunca onu ve kendimi hayal ettim – çoğu zaman birlikte. Bu ziyareti sevişerek tamamlamak istiyordum için için. Aramıza giren soğukluğu savurup atacak kadar ateşli anlar. Duraktan evi beş dakikaydı yürüyerek. Evde ışık yoktu; salonda okuyor olamazdı. Bahçe kapısını geçip kapıya dayandığımda zile bastım. Bekledim ama açılmadı. Fakat evde olduğuna şüphe yoktu; garaja bile sokmamıştı arabasını. Endişelendim. Bahçeye açılan mutfak kapısının yanındaki tuğlalardan birinin arkasında, bu kapıyı açan bir anahtarın olduğunu evinin anahtarlarını bölümdeki odasında unuttuğu bir gün öğrenmiştim. Mutfağa girdim. Evde ebedi bir sessizlik vardı sanki. Korktum. Ya iyi değildi ya da uyuyor olmalıydı. Yatak odasına gitmek istedim. Üst kata çıkan merdivenin ahşap basamakları hep gıcırdardı. Henüz birkaç basamağı çıkmışken sabahlığı içinde bir adamın şaskınlık ve korkuyla bana baktığını gördüm. Ürkmüştüm. Ben merdivenin başındaki yabancıya bakarken birden adamın arkasında o beliriverdi ve bir kahkaha attı. ‘Duncan! Kusura bakma bugün öğleden sonraki toplantımızı unutmuşum. Beni bulamayınca korkmuş olmalısın ama neden bir telefon etmedin?’ Merdivenin başındaki yabancı ve ben şaşkındık. Onun dudaklarından dökülen sözler kulaklarımda inlerken, yaşadığımın rüya olup olmadığını anlamaya çalışıyordum. Konuşmak için dudaklarımın kımıldadığını görünce izin vermedi: ‘Tanıştırayım, kocam’ dedi.” Sustu...
Kahvesi çoktan bitmişti. Barmene bize yeniden bira getirmesini söyledim. Daha fazla sormadım.
© Emin Akçaoğlu