Uzunca bir süredir Türkiye’nin gündeminde bulunan yabancı sermaye olgusu, önceleri genellikle finans dışındaki sektörler için söz konusu edilirken; 2001 yılındaki ekonomik bunalımın tetiklemesiyle bankacılık sektöründe açığa çıkan çöküşle birlikte, finansal hizmetler sektörünün de gündemine girdi. Demirbank’ın İngiliz sermayeli HSBC tarafından satın alınması bu yeni gündemin habercisiydi. Ardından İtalyan UniCredito – Koçbank, BNP Paribas – TEB, Fortis – Dışbank, UniCredito/Koç – YKB, Rabobank – Şekerbank arasındaki devirlerle Türk bankacılığında yabancı sermaye konusu ekonomik gündemin en üst sıralarına yerleşiverdi.
Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayeyle ilişkili olarak ortaya çıkan bugünkü durumu anlayabilmek için konuyu dünya ekonomisinin gelişme sürecini dkkate alarak değerlendirmek gerekmektedir.
İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru “yeniden kurulmakta olan dünyanın” para sistemi 1944 yılında Bretton Woods Konferansı’nda şekillendirildi. Bu sistem zamanla artan sıkıntılara rağmen 1970’lerin başına kadar ayakta kalabilmişse de, 1971 yılında Başkan Nixon’ın Amerikan dolarının altına konvertibilitesinin kaldırıldığını ilân etmesiyle, finansal piyasalar açısından yeni bir döneme giriliyordu. Yine 1970’li yıllardaki petrol şoklarının ardından yaşanan ekonomik krizlerle birlikte İkinci Dünya Savaşını izleyen çeğrek asırdaki ekonomik büyüme ve refah artışı, yerini durgunluğa ve durgunluk içinde enflasyona bırakıyordu. Bu dönem “risk” kavramının iktisadî anlamda yeni boyutlar kazandığı ve dolayısıyla ekonomik aktörlerin eskiye kıyasla daha riskli koşullara uyum için yeni stratejiler geliştirmeye zorlandıkları bir dönemdir. Hâlen süregiden bu dönemde, makroekonomik dinamikler hükûmetleri tepki vermeye zorlarken, hâkim yaklaşım savaş sonrasının Keynezyen politikalarından uzaklaşılmasıdır. Bu dönemde hükûmetler, “serbestleştirici” bir başka ifadeyle yasal düzenlemeleri gevşetici politikaları benimsediler. Ayrıca, iletişim ve bilgi işlem teknolojilerindeki gelişmeler her alanda olduğu gibi finans alanında da ekonomik faaliyetin yapısını öncesiyle kıyaslanamayacak ölçülerde değişikliğe uğrattı. Sözü edilen koşulların yarattığı süreç kendi kendisini besleyerek, rekabetçi baskıları finansal sektörde öncesiyle görülmemiş ölçüde artırmıştır. Bu süreç bir bakıma, sıklıkla “küreselleşme” olarak adlandırılan süreçtir. Gerçekte küreselleşme olgusunun iktisadî yönünün çoğunlukla sanıldığından hayli farklı olduğunu not etmekte fayda vardır. Çünkü gelinen aşamada bir “bütünüyle kürselleşme” gerçeğinden ziyade dünya üzerinde “üç büyük bloğun” (ABD liderliğindeki NAFTA/Amerika bloğu, Japonya liderliğindeki Asya-Pasifik bloğu ve Avrupa Birliği) ortaya çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla, bugün bir “küresel pazardan” öte dünya üzerinde “üç bölgesel pazardan” söz edilmesi gerçekçi olacaktır.
Bu şartlar altında dışa açık ekonomilerde bankacılık sektörünün karşı karşıya bulunduğu durum şu şekilde özetlenebilir: Pazara giriş ve faaliyet koşulları büyük ölçüde serbestleştirilmiştir. Pazara yurt dışından girişler ve doğrudan giriş biçiminde değerlendirilemese bile yurt dışındaki finansal kurumların sınır-ötesi faaliyetleri de rekabetçi baskıları artmıştır. Dolayısıyla pazar doygunlaşmış, kâr oranları düşmüştür. Sonuçta rakip bankalar (finansal kurumlar) en azından rekabetçi güçlerini koruyabilmek için finansal yenilikler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Finansal yenilikler yeni ürünler, yeni süreçler ya da yeni pazarlar biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Yenilik kapsamında düşünülebilecek bu üç husus (ürün, süreç ve coğrafya) birlikte değerlendirilmelidir çünkü her biri bir diğerini daha anlamlı kılabilecek etkiler yaratmaktadır. Konunun yazımızın esasına ilişkin yönü olan “bankacılıkta doğrudan dış yatırımlar” olgusu, burada sözünü ettiğimiz “coğrafî genişlemenin” ta kendisidir.
Aslında bankacılık alanında dünyada bugüne kadar üç büyük dış yatırım dalgasından söz edilebilir. Bunların ilki 1830’lu yıllarda başlayan ve İngiliz bankalarıyla Hollanda bankaları tarafından bu ülkelerin sömürgelerinde yapılan dış yatırımlardır. İkinci dalga 1960’lı yıllarda Amerikan bankalarının, daha sonraysa Japon bankalarının faaliyetleriyle belirginleşmiştir ve gelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğrudur. Birinci ve ikinci dalgalarda bankalar kendi ülkelerinin çokuluslu firmalarını izlemek için dış yatırıma yönelmişlerdir (“müşterini izle” yaklaşımı). Üçüncü dalga ise 1990’larda ortaya çıkmıştır ve bu defa başı çeken bankalar sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bankalarıdır. Önceki iki dalgadan farklı olarak bu defa dış yatırımın gerisindeki temel saik ‘müşterinin izlenmesi’ değil, doğrudan doğruya yerel finansal hizmetler talebinin karşılanmasıdır; özellikle perakendeci bankacılıktır. Dış yatırımların yönü de sanayileşmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğrudur ve belirgin şekilde dış yatırım çeken ülkeler Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri ile Latin Amerika ülkeleridir.
Bankacılıkta dış yatırımlar konusunu ele alan teorik çalışmalara bakıldığında da yukarıda özetlenen tarihsel sürecin esas alındığı görülmektedir. Dolayısıyla, ilk kez Grubel’le başlayarak 1970’lerde oluşturulan ‘çokuluslu bankacılık teorisi’ ilk iki dış yatırım dalgasının sağladığı tecrübeye dayanılarak doğrudan dış yatırım yapan bankaların esasen kendi ülkelerinden çıkan çokuluslu firmaları izledikleri ve gittikleri ülkelerdeki büyük özel müşterilere yöneldiklerini savlamaktadır. Bir başka ifadeyle geleneksel teori bankacılıkta dış yatırım faaliyetlerinin temelde müşterilerin izlenmesi ve yerli büyük müşterilerin taleplerinin karşılanması biçiminde açıklanabileceğini ileri sürmektedir.
Bu yaklaşım günümüzün koşullarını açıklamaktan uzaktır. Çünkü, bankacılık alanında hâlen süregiden dış yatırım faaliyetlerinde, müşterilerin izlenmesi önem taşımadığı gibi yabancı sermayeli bankalar girdikleri pazarlarda esasen perakendeci bankacılıkta yoğunlaşıyorlar. Yeni koşullar altında çokuluslu bankacılığın izahında nasıl bir teorik yaklaşım geliştirilebileceği sorgulandığında ise diğer sektörleri içinde barındıran “doğrudan dış yatırımlar yazınının” göz önünde bulundurulmasında yarar vardır. Doğrudan dış yatırımlar yazını esas alınarak çokuluslu bankacılık konusunda değişik yönlere vurgu yapan farklı değerlendirmeler mümkün olabilir. Fakat literatürde genel kabul gören yaklaşımların başında gelen ve Profesör Dunning tarafından geliştirilen Eklektik Paradigma’nın ve Knickerbocker’ın Stratejik Rekabet Yaklaşımı’nın ortaya koyduğu analitik çerçevenin yardımıyla gerçekçi bir değerlendirme mümkün görünmektedir.
Eklektik Paradigma’ya göre bir firma kendi ülkesinin sınırları dışında yatırım yapabilmek için yatırımın yapıldığı ülkedeki yerli firmalara kıyasla bazı avantajlara sahip olmalıdır. Dış yatırımcı firma bu avantajları yerli firmalardan birine kiralayarak faaliyette bulunmak yerine, kendisi doğrudan pazara girmeyi tercih ediyorsa; bu tercih firmanın avantajlarını bünyesinde tutmak, bir başka ifadeyle içselleştirmek, yoluyla yabancı pazardaki faaliyetinden daha yüksek oranda kâr edebileceğini beklemesindendir. Ayrıca dış yatırımcı firma avantajlarını yeni bir pazarda kullanarak rekabet gücünü belirginleştirecektir. Çünkü sözü edilen avantajlar, yatırımcı firmanın kendi ülkesindeki pazarda dış pazardaki ölçüde üstünlük sağlamıyor olabilir. Bu şartlar altında, herhangi bir dış yatırımcı firmanın dış yatırım kararında ‘pazar arayışı’, ‘stratejik aktif arayışı’, ‘doğal kaynak arayışı’ ya da ‘etkinlik arayışı’ belirleyici olmaktadır.
Öte yandan, Stratejik Rekabet Yaklaşımı’na göre firmalar dış yatırım kararı verme sürecinde rakiplerinin izleyerek kendi rekabetçi konumlarını “görece” zayıflatmayacak yönde davranma eğilimi içindedirler. Dolayısıyla piyasadaki herbir rakibin alacağı pozisyon bir diğerinin aldığı pozisyon ile yakından ilgilidir. Rakiplerden birinin – diyelim – yeni bir pazara girmesi diğerlerini de aynı yönde davranmaya zorlayacaktır.
Bu teorilerin sağladığı bakış açısı bankacılık sektöründeki mevcut dış yatırım dalgasının çözümlenmesinde kullanıldığında şunlar söylenebilir:
Yatırım yapan bankalar kendi iç pazarlarında karşı karşıya kaldıkları rekabetçi baskı, Pazar doygunluğu ve azalan getiriler karşısında yeni pazarların arayışına girmişlerdir. Sözü edilen her ekonomik bloğun gelişmiş ülkelerinin bankaları, yine aynı ekonomik bloğun görece geri bölgelerinde yayılma eğilimindedirler. Avrupa söz konusu olduğunda sözü edilen bölge Avrupa ekonomik alanıyla tümüyle bütünleşmiş olan Avrupa Birliği’ne tam üye ya da – resmen olsun olmasın – aday ülkelerdir. Türkiye de bu ülkeler arasındadır. Yatırımcı bankalar genellikle gelişmiş ülkelerde kurulmuş büyük firmalardır ve kendi ülkelerinden daha az etkin finansal sektörleri olan ülkeler yönelmektedirler. Bu bankaların güçlüdür sermaye yapılarına, gelişkin yönetsel becerilerilere dayanan rekabetçi üstünlüğe sahiplerdir. (Bazı yazarlar ölçek ve kapsam ekonomilerinden söz etseler de bankacılık sektöründe ölçek ve kapsam ekonomileri konusu ayrıca tartışılması gereken bir konudur.). Dolayısıyla dış yatırımı mümkün kılabilecek avantajları bulunan söz konusu bankalar özellikle pazar ve stratejik aktif arayışı içinde etkin olmayan dış pazarlara yönelmeyi tercih etmekte ve kendi boylarındaki rakiplerinin davranışlarını çok yakından izlemektedirler. Bir başka ifadeyle bu düzeydeki oyunculardan herhangi birinin bir dış yatırım hareketine diğerleri tarafından da en kısa zamanda tepki verilmektedir. Çünkü hiçbiri nisbî rekabet güçlerini coğrafî pazar anlamında kaybetmeyi göze alabilecek durumda değillerdir. Bir başka ifadeyle – diyelim – A bankası ile a ülkesinde rekabetçi bir denge oturtmuş bulunan B bankasının bu dengeyi koruyabilmesi için A bankasının b ülkesinin pazarına girmesi durumunda B bankasının da b ülkesi pazarına girmesi kaçınılmaz olmaktadır. Bu oyun belki ‘küresel’ değil ama ‘bölgesel’ bir oyundur ve büyük oyuncularını tahmin etmek güç değildir.
Bu defa dış yatırımda temel saikin ‘pazar arayışı’ oluşu yeni durumu geçmişteki benzerlerinden ayırmaktadır. Artık dış yatırımcı bankalar ‘müşterilerini izlemek’ yerine yerel perakendeci bankacılık pazarlarına yönelmektedirler. Bu durumun bir başka sebebiyse, perakende pazardaki risk kompozisyonunun yapısından kaynaklanmaktadır.
Dikkat çekilmesi gereken diğer husular ise şunlardır: Yukarıda da değinildiği gibi dış yatırım yerinin seçiminde – genellikle – değinilen bloklaşma hususunun öncelikli etkileri görülürken, ayrıca büyüme ve ekonomik istikrar potansiyeli yüksek, dolayısıyla yüksek getiri oranları vaad edebilen ekonomiler tercih edilmektedir. Bununla birlikte, ‘yeni yatırım’ ve ‘organik büyüme’ değil de ‘satın almalar’ yöntemi seçilmektedir. Çünkü banka satın almak yenisini kurmaktan çok daha ucuz ve daha düşük risk taşıyan bir yöntemdir. Başlangıçta ‘stratejik ittifak’ veya ‘iştirak’ biçiminde görülebilecek dış yatırım hareketlerinde de uzun dönemde ‘kontrol’ gücünün ele geçirilmesini amaçlayan eğilimler beklemek güç olmasa gerektir.
Sanırım Türk bankacılığındaki yabancı sermayeli girişlerin anlaşılabilmesi bakımından bu tür bir değerlendirme yararlı olacaktır. Doğrudan Türk bankacılık sektörüne ilişkin bir çözümleme ise belki bir başka yazının konusu olabilir.
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (06.05.2005) ve Dünya Gazetesi'nde (12.07.2005) yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder