Türkiye bankacılık sektörü son iki yılda toplam 11 satış ve hisse devri gerçekleştirerek, yabancı yatırımcıların gözdesi haline geldi. Yapılan bu satışların toplamı 14 milyarı buldu.
Yabancı yatırımcıların Türkiye’ye yönelişi, 2001 yılında Türkiye’de yaşanan krizin ardından dünyanın en büyük bankacılık gruplarından HSBC Bank`ın Demirbank`ı almasıyla başladı. Dışbank Fortis`e, Finansbank Yunan Ulusal Bankası`na (NBG), Denizbank Dexia`ya, Yapı ve Kredi Bankası Koç Unicredito ortaklığına, Tekfenbank Eurobank`a, MNG Bank Arab Bank`a satılırken, Garanti Bankası, Şekerbank ve son olarak Akbank’ın Citigroup’a hisse satışı gerçekleştirildi. Uluslararası sermayeye yapılan bu satışların toplamı iki yılda 14 milyar dolara dayandı. Ayrıca satış görüşmeleri devam eden Alternatifbank ve Oyakbank`ta da satışın gerçekleşmesi durumunda bu rakamın 15 milyar dolara yaklaşması bekleniyor. Türkiye`deki bankaların yabancı finans gruplarına satılmasının ardından sektördeki yabancı payı da yüzde 20`nin üzerine çıktı. Halkbank ve Vakıflar Bankası ile birlikte gündemdeki diğer bankaların da yabancılara satılması halinde bu rakam yüzde 30`a yükselecek.
Yabancı yatırımcılar neden Türkiye’ye yöneldi? Bu yönelişin avantaj ve dezavantajları neler? Bu soruların cevaplarını Çankaya Üniversitesi’nde ‘uluslararası bankacılık’ dersleri veren Dr. Emin Akçaoğlu ile görüştük.
Ekonometri: Yabancı bankalar neden Türkiye’ye yöneldiler?
Emin Akçaoğlu: Yatırımcı yabancı bankalar kendi iç pazarlarındaki pazar doygunluğu, azalan getiriler ve dolayısıyla artan rekabet baskısı sebebiyle yeni pazar arayışı içindeler. Türkiye sanayileşmiş ülkelere kıyasla bâkir sayılabilecek bir pazar. Bir başka ifadeyle Türkiye’de bankacılık, alıcıların bakış açısıyla değerlendirildiğinde, hem büyük hem de zamanla daha büyüyecek bir pazar olarak görülüyor. Fakat bu yayılma sürecinin ‘stratejik’ yönünü de vurgulamalıyım. Günümüzün rekabet koşullarında ayakta kalabilmek mutlaka dışa açılmayı zorunluluk haline getiriyor. Bu durum sadece bankacılıkla sınırlı da değil; akla gelebilecek tüm sektörlerde firmalar aynı baskıyla karşı karşıya. Dolayısıyla rakiplerinizle baş edebilmek için büyümek zorundasınız; onlar hangi pazarlarda büyüyorlarsa siz de oralarda büyümek zorundasınız. Bu durumda, eğer A bankası Türkiye’ye gelmişse, onun rakibi konumundaki B bankasının da Türkiye’ye girmesi anlamına geliyor. Çünkü rekabetçi dengelerin küresel ölçekte bozulması istenmiyor. Aksi halde bir süre sonra göreli rekabet gücünüzü kaybetmeniz; hatta eğer nispeten küçük oyunculardansanız ‘satın alınma’ tehdidine maruz kalmanız mümkün olabilir. Bu şartlar altında yabancı bankalar hâlihazırda Avrupa pazarının bir uzantısı konumundaki Türkiye'ye girmek zorundalar. Yani, sektöre her yabancı sermayeli giriş bir başka yabancı sermayeli girişi uyarıyor; hatta zorluyor. Ayrıca, son Basel düzenlemesiyle çokuluslu büyük bankaların kullanımına giren ‘artık sermayenin’ (excess capital) sınırötesi satın almaların finansmanında kullanılması gibi bir durumla karşı karşıyayız. Türkiye de – doğal olarak – bu girişimlerden payını alıyor.
Ekonometri: En son Akbank satışında mevcut piyasa değerinin üzerinde bir satış gerçekleşti. Bunun nedenlerini nasıl yorumluyorsunuz?
Emin Akçaoğlu – Yabancı bankaların Türkiye’deki satın alma girişimlerinin gerisindeki ‘pazar ve stratejik aktif arayışı’ dikkate alındığında, Türk bankalarına biçilen değerlerin, piyasa değerlerinin üstünde belirlenmesinin sebebi de açığa çıkıyor. Açıklanan devir bedellerinin önemli bir kısmının, alıcı bankanın satın alınan bankaya atfettiği ‘stratejik değer’ olduğu görülüyor. Bu yaklaşım yerli banka sahiplerinin satış konusundaki istekliliklerini de açıklıyor: Eğer satıştaki zamanlama yanlışsa; bir başka ifadeyle, eğer geç kalırsanız bankanızın stratejik değeri düşebilir. En yalın ifadeyle ‘sona kalan dona kalır’ endişesinin içten içe hissedilmesi. Çünkü alıcı sayısı da sınırsız değil.
Ekonometri: Türk bankalarına yabancı ortakların gelmesinin avantaj ve dejavantajları neler olabilir?
Emin Akçaoğlu – Bankacılık sektörü de dahil Türkiye ekonomisi bütünüyle yeniden yapılanıyor. Bu süreç Avrupa ekonomisiyle bütünleşme sürecidir. Bu sürecin avantaj ve dezavantajlarının neler olduğu bakış açısına göre değişir. İsterseniz sadece ‘tespitle’ yetinelim ve sonucu değerlendirmeyi herkesin kendi bakışına bırakalım. Ben Türkiye’de bankacılığın çok yüksek ölçüde yabancı sermayenin kontrolüne geçeceği; ve hatta daha şimdiden yüzde ellilik eşiğin aşıldığı kanaatindeyim. Türkiye bu süreçte yıllardır süregiden ‘sermaye açığı’ sorununa çare bulmuş olacaktır. Çünkü yabancı tasarrufların Türkiye’ye gelişi bugün olduğundan da kolay hâle gelecektir. Fakat, burada üzerinde durulması gereken temel husus ‘sermayenin kimin kontrolünde’ olduğudur. Doğrudan dış yatırım konusu bütünüyle ‘kontrol’ konusudur. Yabancı sermaye kontrolündeki bankacılığın yaygınlaşmasıyla, diğer sektörlerdeki yerli firmaların da ‘en iyilerinden başlanarak el değiştirme’ sürecine girmeleri beklenmelidir. Çünkü bankacılık genellikle sanıldığı gibi ‘para işi’ değildir; ‘istihbarat’ işidir ve bu alanda istihbaratın konusu da ‘kredibilite’ bilgisidir. Bu sebeple süreç finans dışı sektörlerde de yerli firmaların el değiştirmesini hızlandıracaktır kanaatindeyim.
Bu yazı daha önce Ekonometri Dergisi'nin Kasım-Aralık 2006 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder