Günümüzde iktisadî, siyasî, toplumsal ya da kültürel konulardan söz edilirken belki de en çok kullanılan kavram küreselleşme olsa gerektir. Küreselleşme, farklı ülkeler arasındaki ekonomik bütünleşme düzeyinin yükselişine ve dünya geneline yayılışına işaret etmektedir. Uluslararası iktisadî bütünleşme yolunda dünya ölçeğinde bir hayli yol alınmış olsa da, gerçekte, ülkelerin küresel düzeyde olmaktan çok bölgesel bloklar düzeyinde bütünleştiği gözden kaçırılmamalıdır.[1] Ayrıca, geçmişte bugünkü ölçülere erişilmemiş olmakla birlikte, küreselleşme dalgasının ilk kez yaşanmadığı da not edilmelidir.[2] Bütün bunlar bir yana; küreselleşme sürecinin gerisinde belki de en önemli rolü üstlenen çokuluslu şirketlere ve bunların iktisadî faaliyetlerinin özünü oluşturan doğrudan dış yatırımlar konusuna eğilmekte fayda vardır. Bu şirketler, gündelik hayatta adlarına son derece aşina olduğumuz, en harcıâlem mal ve hizmetlerden en karmaşıklarına kadar binlerce mal ya da hizmeti dünyanın pek çok ülkesinde aynı anda üretir ve satarlar. Popüler kültürün üretiminde ve dünya çapında yaygınlaşmasında da kilit rolü oynayanlar yine onlardır. Kimisi bir ülkenin milli gelirini yutabilecek kadar büyük kimisi çok küçük ölçeklidir. Her durumda ve her şekilde kâr ve sermaye birikimi peşindedirler. Bu yönleriyle ‘ulusal şirketlerden’ farklı değillerdir ama onları başka şirketlerden ayıran önemli özelliklerinin bulunduğu da muhakkaktır.
Öte yandan, özellikle son yıllarda neredeyse tüm ülkelerin devletleri, kendi ülkelerinde yatırım yapsınlar diye bu şirketlerin peşinde koşar hâle gelmişlerdir. Devletlerin bu girişimleri önemli ölçüde uluslararası kuruluşlar tarafından yönlendirilmekte ve desteklenmekte ve bu şirketlerin faaliyet süreçlerini kolaylaştırmak için yoğun çaba harcanmaktadır. Öyleyse, modern dünyanın nasıl işlediğini kavrayabilmek için çokuluslu şirketleri anlamak bir önkoşul haline gelmiştir. Bir başka ifadeyle, çokuluslu şirket, çokuluslu girişim, ulus-ötesi şirket gibi farklı fakat birbirlerinin yerine kullanılabilen adlarla anılan bu şirketleri anlamak, modern kapitalist ekonominin ve hatta modern siyasi, toplumsal ve kültürel sistemlerin işleyiş süreçlerinin ne şekilde örgütlendiğini kavrayabilmek için zorunludur.
Çokuluslu şirket ve doğrudan dış yatırım
Bu bakımdan konuya doğrudan dış yatırımın ve bu yatırımları yapan çokuluslu şirketin ne olduğunu tanımlayarak başlanmalıdır. Doğrudan dış yatırım, bir ülkede yerleşik bir şirketin başka bir ülkede idarî kontrolü elinde tutacak biçimde yaptığı yatırım faaliyetlerini ifade eder. Bir dış yatırım, asgarî yüzde 10 düzeyinde bir yabancı sermaye payının mevcudiyeti durumunda, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı Teşkilatı (UNCTAD) tarafından yabancı sermayeli doğrudan dış yatırım sayılmaktadır.[3] Burada esas olan hisse oranından ziyade kontrol gücüdür ve sınır ötesi bir yatırım yatırımcıya kontrol imkânı veriyorsa doğrudan dış yatırım aksi halde ise portföy yatırımı olarak kabul edilir. Bu yaklaşımla, en az iki ülkede kendi kontrolü altında üretken faaliyetler yürüten şirketler çokuluslu şirket kabul edilirler. Doğası gereği bir çokuluslu şirket ana şirket ile bağlılarından müteşekkildir. Ana şirketin yerleşik olduğu ülke konuk ülke (sermaye ihraç eden ülke), yatırımın yapıldığı ülke ise konak ülke (sermaye ithal eden evsahibi ülke) biçiminde adlandırılabilir.
UNCTAD (2007)[4] tarafından yayınlanan Dünya Yatırım Raporu’na göre 2006 yılında dünya genelinde yabancı sermayeli doğrudan dış yatırımların toplam tutarı 1.306 milyar dolardır. Bu tutar önceki yılınkiyle karşılaştırıldığında yüzde 38’lik bir büyümeye işaret etmektedir. Belirtilen toplamın 857 milyar doları sanayileşmiş ülkelere, 379 milyar doları gelişmekte olan ülkelere, 69 milyar doları ise eski sosyalist ülkelere (transition countries) yatırılmıştır. Bunun yanı sıra, dünya ticaretin asgarî üçte birinin çokuluslu şirketlerin kendi bünyelerinde; başka bir ifade ile ana şirket ile bağlıları arasında, üçte birinin de ayrı çokuluslu şirketler arasında gerçekleştirildiği dikkate alındığında, çokulusluluk olgusunun önemi iyice belirginleşmektedir.
Çokuluslu şirketin saikleri
Çokuluslu şirket faaliyetlerinin gerisinde yatan saiklere de dikkatle bakılmalıdır. Bu şirketler hizmetler sektöründen (bankacılık, yönetim danışmanlığı, turizm, taşımacılık vb.) imalat sanayine veya petrol ve madencilik gibi doğal kaynakların çıkarılıp işlenmesine kadar çok farklı alanlarda faaliyette bulunmaktadır. Bütün bu faaliyetlerin gerisindeki saiklerden hareketle doğrudan dış yatırımları pazar arayan, etkinlik arayan, kaynak arayan ve stratejik aktif arayan yatırımlar biçiminde sınıflandırmak mümkündür.[5] Dolayısıyla bir çokuluslu şirketin faaliyetlerinin konuk ve konak ülkeler açısından ne tür sonuçlar doğurabileceği, o şirketin faaliyet türü ile faaliyetinin gerisinde bu saiklerden hangilerinin bulunduğu ile yakından ilgilidir.
Çokuluslu şirketleri ulusal şirketlerden farklı kılan unsurlar
Bu şirketleri ulusal şirketlerden farklılaştıran hususların da belirginleştirilmesi gerekir. Eğer dünya üzerinde tek bir devlet, tek bir para birimi, tek bir vergi sistemi olsaydı, çokuluslu şirketlerden de söz edilemezdi. O halde her şeyden evvel farklı devletlerin mevcudiyeti çokuluslu şirketlerin mevcudiyetinin önkoşuldur. Neoklasik iktisat teorisi yatırımın kim tarafından yapıldığının üzerinde durmaz; yatırımın kendisi ile ilgilenir. Oysa yatırımcının kimliği pek çok başka unsuru etkileme kapasitesine sahiptir. Bu açıdan bakıldığında çokuluslu şirketlerin faaliyetlerinin sadece iktisadî yönlerini değil, yukarıda değinildiği gibi siyasî, toplumsal ve kültürel yönlerini de anlamak kolaylaşır. Kapitalizm tarihinin önemli bir bölümünde çokuluslu şirketlerin çok etkili roller üstlendikleri görülmektedir.
Modern çokuluslu şirket esasen II. Dünya Savaşını izleyen dönemde ortaya çıkmıştır. Bu dönemde özellikle ABD şirketleri, ABD’nin siyasî ve askerî hegemonyasının tesis edilmesiyle birlikte, öncelikle Avrupa ülkelerindeki faaliyetlerini genişletmişlerdir. Hatta, gelişmekte olan ülkelerde bu dönemde yaygılaşan ithal ikâmeci kalkınma arayışlarının dahi, özellikle ABD kökenli çokuluslu şirketler tarafından ABD hükümeti aracılığıyla gelişmekte olan ülke hükümetlerine empoze edildiğini ileri süren görüşler vardır.[6] Elbette modern çokuluslu şirketin ataları sayılabilecek şirketlerin ortaya çıkışı çok daha öncelerine dayanmaktadır. On dördüncü yüzyılda örneğin İtalyan şehir devletlerinde kurulmuş ve sınır ötesi alanlara açılabilmiş Medici Bankası gibi şirketlerle karşılaşmak mümkündür. Ya da çok daha sonraları, örneğin 17., 18. ve 19. yüzyıllarda dünya ticaretinin önemli bir bölümünü denetleme imkânına sahip olan Doğu Hindistan Şirketi, Kraliyet Afrika Şirketi veya Hudson Körfezi Şirketi gibi başka şirketler de modern çokuluslu şirketin ataları arasında anılırlar. Sözü edilen dönemlerde uluslararası ticarete hükmeden şirketlerin ortak özelliklerine dikkat edildiğinde, bu şirketlerin İngiliz, Hollanda ya da Fransız sömürge imparatorluklarının hakim oldukları sömürge ülkeler ile sömürgeci ülkeler arasındaki ticarî faaliyeti kontrol eden örgütler oldukları ve bizzat sömürgeci devletlerin koruması altında temelde emperyalist yönü belirginleşen iktisadî faaliyetler sürdürdükleri görülmektedir. Bir başka ifadeyle kendi dönemlerinin çokulusluları sayılabilecek olan bu şirketlerin varlık sebebi emperyalist kaynak aktarımının en önemli aracı olmalarıdır. Örneğin İngiliz Doğu Hindistan Şirketi, İngiltere’nin Hindistan üzerinde yüzyıllar süren denetiminin baş aktörüdür. Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarının da emperyalist paylaşım savaşları olduğu, bu savaşlarda açılan cephelerde ve sonuçlarında belirginleşmektedir. Ayrıca, bu savaşların öncesinde ya da sonrasında, kendi dönemlerinin şartlarında çokulusluluk niteliğini haiz şirketlerin oynadıkları roller çarpıcıdır. Sadece Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönem tarihi bile bu rollere ilişkin çarpıcı kanıtlarla doludur. En yalın ifadesiyle bu savaşlar, kapitalist dünya sistemi içindeki farklı iktisadi menfaat grupları arasındaki çelişkilerin, piyasa düzeni içinde çözülememiş olmasının sonucudur. Elbette bütün insan ya da toplum ilişkilerini sadece ve sadece iktisadî menfaat farklılarına indirgemek doğru değildir. Fakat, örneğin Osmanlı İmparatorluğu’nu Birinci Dünya Savaşı’na sokan Almanya şüphesiz ki hızla sanayileşen kendi ekonomisine ve bu iktisadî yapıyı çalıştıran şirketlerine hammadde ve pazar bulmak endişesiyle hareket ediyordu. İkinci Dünya Savaşı öncesinde de yine örnek olarak Japon ekonomisinin ve Japon şirketlerinin sınır ötesi faaliyetlerinin savaş üzerindeki etkilerinin incelenmesi, çokuluslu şirketlerin dünya tarihindeki rollerine dair hayli öğretici olabilir. Günümüz de geçmişten pek farklı olmasa gerektir. Irak’ın işgali sonrasında bu ülkede faaliyetlerini yoğunlaştıran, başta enerji alanındakiler olmak üzere güçlü ve büyük ölçekli çokuluslu şirketlerin faaliyetleri, uluslararası siyasî ilişkiler üzerindeki çokuluslu şirket nüfuzunun adeta bir simgesi hâline gelmiştir.
Doğrudan dış yatırımların finansman kaynakları
Yukarıda belirtildiği gibi son derece yüksek tutarlara erişebilen doğrudan dış yatırımların finansmanında kullanılan fonların önemli bir kısmının dağıtılmayan ve yeniden yatırılan kârlar ile finanse edildiği ifade edilmelidir. Örneğin, 2006 yılında 1.306 milyar dolara erişen toplam doğrudan dış yatırımların dünya genelinde yüzde 30’unun, gelişmekte olan ülkelerde ise yaklaşık yarısının yeniden yatırılan kârlarla finanse edildiği görülmektedir.[7] Bu husus, doğrudan dış yatırımların sadece sermaye ihracından ibaret olmadığını göstermesi bakımından önemlidir. Dolayısıyla dış yatırım bir bakıma yatırımcının kendisininkinden başka bir ülkenin toprağına ektiği tohumun ağaca dönüşmesine benzetilebilir. Bu durumda başka bir ülkede bir ağaca sahip olmak, ağacın o ülkeye taşınmasını gerektirmemektedir. Öyleyse mesele sadece sermaye fazlası ya da sermaye açığı konularıyla sınırlı değildir. Esas olan, karmaşık bir yapının örgütlenebilmesi ve verimli bir şekilde işletilebilmesiyle ilişkilidir.
Öte yandan, tohumu ağaca çeviren unsurların başında, tohumun ekildiği topraktan aldıkları gelmektedir. Ayrıca, çokuluslu şirketin dış yatırım yoluyla her durumda konuk ülkeden konak ülkeye sermaye aktarmak zorunda olmadığı da belirginlik kazanmaktadır. Hatta tersine, dış yatırımın tamamen konak ülkedeki yerel kaynaklarla finanse edilmesi bile mümkün olabilir.[8] Bu durumda sadece yatırımın ilk aşaması sonrasında elde tutulan birikmiş kârların kullanımı kâfi gelmez; aynı zamanda, yerel kaynaklardan borçlanmak da gerekir ki bu mümkündür. Bu hususa bağlı olarak, çokuluslu şirketin konak ülkedeki yatırımdan elde ediyor olduğu kâr akımını nasıl kullanacağına dair iki temel seçeneği vardır. Birincisi, elde edilen kârın bulunduğu yerde yeniden yatırılması ve sermaye birikiminin büyütülmesidir. İkincisi ise kârın konuk ülkede yerleşik ana şirkete aktarılmasıdır. Yatırımı alan konak ülkenin perspektifinden bakıldığında, sermaye birikiminin konak ülkede sürmesi ve sözgelimi istihdam artışı gibi beklentilerle birinci yolun izlenmesinin tercih edileceği açıktır. Fakat her iki durumda da sermaye birikimine esas oluşturan unsurların mutlak surette konak ülkenin kaynaklarını gerektirdiği görülmektedir. Bu kaynaklar üretim sürecinde kullanılan girdiler olabileceği gibi, sadece pazarın kendisinden de ibaret olabilir. Hizmetler sektöründeki dış yatırımlarda da durum böyledir. Başka bir ifadeyle pazara erişim çabası genellikle doğrudan dış yatırımların en önemli belirleyicilerindendir.
Örgütsel kapasite
Şimdi yeniden örgütsel kapasite ve bunun kontrol gücüne katkısı konusuna geçelim. Bir çokuluslunun bağlılarını kontrolü ilkin sermaye payını gerektirmekle birlikte, sermaye ortaklığının varlığı her durumda kontrol gücü sağlayamayabilir. Dolayısıyla, sermaye payı çokulusluluğun gerek koşuludur ama yeter koşulu değildir. Ayrıca, çokuluslu ile bağlısı arasındaki ilişki çokuluslu şirket bakımından stratejik bir perspektife dayanıyor olmalıdır. Başka bir ifadeyle, konak ülkede yerleşik bağlı şirket, konuk ülkede yerleşik çokuluslunun amaçlarına erişilmesi sürecinde stratejik bir araç olarak kullanılabilmelidir. Bu durum kontrol kavramının hem formel hem de enformel boyutları bulunduğuna işaret eder. Bir örnek bu hususun izahını kolaylaştırabilir: Bir çokuluslunun bağlısındaki sermaye payının yanı sıra üst düzey yöneticileri konuk ülke uyruklulardan seçmeyi tercih etmesi durumunda sermaye ortaklığı formel kontrol gücüne, yöneticilerin uyruğu ise enformel kontrol gücüne temel teşkil etmektedir. Örgütsel kapasitenin önemi işte burada belirginleşmektedir. Başka ülkede mukim bir bağlının coğrafi ve kültürel mesafeye rağmen konuk ülkede mukim çokuluslu tarafından kontrol edilebilmesi, sözgelimi çokulusluya ait becerilerin ve bilgi birikiminin korunabilmesi bakımından da elzemdir.
Çokuluslu şirket ve uluslararası anlaşmalar
Çokulusluya ait becerilerin ve bilgi birikiminin korunması konusunun özellikle üzerinde durulmalıdır. Bu konu doğrudan, fikrî ve sınaî mülkiyet haklarının çokuluslu şirketler açısından taşıdığı önemle ilgilidir. Bu kapsamda Ticaretle Bağlantılı Fikri Mülkiyet Hakları Anlaşması (TRIPs) üzerinde dikkatle durulmasında fayda vardır. TRIPs, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) denetimindeki uluslararası ticaret sisteminin en önemli unsurlarından biridir ve fikri mülkiyet haklarının, telif haklarının, patentlerin ve sınaî tasarımların uluslararası düzeyde korunmasını içermektedir. Sözü edilen haklar, şirketlerin kendi ürünlerini diğerlerinden ayırmak için kullandıkları ticari markaları ve diğer sembolleri de kapsamaktadır. Bütün bunlar özde çokuluslu şirketlerin korunmasını ve faaliyetlerinin kolaylaştırılmasını mümkün kılan düzenlemelerdir. Belirtildiği gibi, çokuluslu şirketi benzerlerinden ayıran örgütsel kapasitesidir ki, bu sözgelimi o şirketin sahip olduğu ticari markalar, patentler ya da sınaî tasarımlar gibi varlıkların mevcudiyetiyle mümkün olabilmektedir. Bu bağlamda, kullanılan teknolojinin karmaşıklık düzeyinin ne olduğu başlı başına önem taşımaz. Örneğin, köfte ekmek gibi teknolojisi son derece kolay ve taklit edilebilir ürünler dahi büyük çokuluslu şirketin faaliyetlerine konu olabilmektedir. İşte bu noktada, ürünün temel özelliklerinin taklidi kolaylıkla mümkün olabilse bile marka veya tasarım gibi unsurlar şirketi rakiplerinden farklılaştırmakta ve büyük kazançları mümkün kılabilmektedir. Dolayısıyla, fikrî ve sınaî mülkiyet hakları çokuluslu şirketler açısından hayatî önemi haizdir.
DTÖ denetimindeki uluslararası ticaret sisteminin çok önemli iki başka unsuru daha bulunmaktadır. Bunlardan ilki kısaca TRIMs adıyla anılan Ticaretle Bağlantılı Yatırım Tedbirleri Anlaşması, diğeri ise GATS kısaltmasıyla anılan Hizmetler Ticareti Genel Anlaşması’dır. Bu anlaşmalara imza koyan ülkeler çokuluslu şirketler aleyhine kısıtlamalar getiremez. Dahası, kendi şirketlerine sağladıkları her türlü kolaylıktan çokuluslu şirketleri de yararlandırmak durumundadırlar. TRIMs bağlamında, yabancı sermaye yatırımları için yerli ürün kullanma koşulu veya ihracat yapma zorunluluğu getirilmesi de yasaklanmıştır. Hizmetlerle ilgili olarak ise sınır ötesi faaliyetler gündeme geldiğinde hizmet kavramının tabiatı gereği doğrudan yatırımlar ve çokuluslu şirketler gündeme girmektedir. Görüldüğü gibi, uluslararası düzenlemeler çokuluslu şirket faaliyetleriyle ilişkili alanlarda, özellikle gelişmekte olan ülkelerin siyaset alanlarını bir hayli kısıtlamış durumdadır.
Uluslararası işbölümünün örgütlenmesi
Bu şartlar altında modern çokuluslu şirket, 17.-19. yüzyıllardaki görünümden hayli farklı bir arka planda kendini göstermekte ve esas itibarıyla iki hususta farklılaşmaktadır. Bunlardan birincisi bu şirketlerin ulusal firmalardan çok daha güçlü örgütsel kapasiteye sahip olmaları; ikincisi ise emeğin uluslararası düzeyde iş bölümünü (international division of labour) örgütleyebilmeleridir. Bununla birlikte her şeyden önce, modern çokuluslu şirketin tek ve özgül bir biçiminin bulunmadığı ve çokuluslular dünyasının sadece kaynak ya da pazar arayan dev örgütlerden ibaret olmadığı vurgulanmalıdır. Ayrıca, çokulusluluk olgusunun sadece gelişmiş ülke firmalarına özgü olmadığı, özellikle son yıllarda gelişmekte olan ülkelerden de çok sayıda ve hatta dünya çapında oyuncu olma iddiasını taşıyabilecek güçte çokuluslu şirketlerin ortaya çıkabildikleri not edilmelidir. Emeğin uluslararası iş bölümü kavramıyla ise özellikle işgücünün uluslararası düzeyde uzmanlaşması ifade edilmektedir. Bu konu üretim sürecinin parçalara ayrılması ve her bir parçanın dünya üzerinde en etkin yapılabileceği coğrafyaya yerleştirilmesiyle ilintilidir. Bu beraberinde hem maliyetlerin asgarîleştirilmesi, hem kârın azamîleştirmesi hem de üretim sürecinin tam kontrolü sonucunu getirecektir. Dolayısıyla çokuluslu şirketler üretimi dünya ölçeğinde örgütleyebilen ve uluslararası değer zincirlerini ya da uluslararası meta zincirlerini denetleyebilen örgütlerdir. Öyle ki çoğu zaman değer zinciri üzerindeki üretken varlıkların ya da sermayenin, zinciri denetleyen çokuluslu şirketin mülkiyetinde bütünüyle bulunması da gerekmez. Burada mülkiyetten daha önemli olan unsur, yukarıda da vurgulandığı gibi, üretim süreci üzerindeki denetim gücüdür. Bu güç bazı durumlarda, üretim sürecinin belirli aşamalarının bilinçli bir tercihin sonucu olarak taşeron firmalara devrini getirir. Örneğin, otomobil şirketleri nihaî tüketiciye ulaşan otomobili tasarlar ve bütün parçaları tedarikçi taşeronlardan topladıktan sonra bir araya getirirler. Fakat otomobil üreticisini parça üreticisinden farklı kılan tasarım kâbiliyeti ve markasıdır.
Üretimin ve bu bağlamda işgücünün dünya coğrafyasına yayılabilmesi eşanlı olarak birçok boyutta bir hiyerarşik ilişkiler sistemi yaratmaktadır. Örneğin bir meta zincirini kontrol eden çokuluslu ana şirket kendi bağlılarının ve kendi bağlısı olmasa bile taşeronlarının hiyerarşik anlamda üstü konumundadır. Dolayısıyla, ana şirketin bulunduğu ülkenin ya da şehrin de – bir bakıma – bağlıların ya da taşeronların bulunduğu ülkeler ya da şehirler üzerinde üst konumunda bulunup bulunmadığı sorgulanabilir. Daha ilginci, bu ilişkilere dayanan siyasî nüfuz alanlarının oluşmasıdır. Fakat, hemen belirtilmelidir ki, yakın zamanlara kadar sadece gelişmiş ülkelerin şirketleriyle sınırlıymış gibi görünen çokulusluluk olgusu da yapısal bir dönüşüm geçirmektedir. Sözü edilen dönüşüm anılan hiyerarşik yapıların ve siyasî nüfuz alanlarının, artık sadece gelişmişler ve gelişmekte olanlar ya da geri kalmışlar ekseninde ele alınmasının mümkün olamayacağı bir aşamadadır.
Sermayenin milliyeti: Çokuluslu şirket ve ulus-devlet
Yukarıda değindiğimiz konuların bizi getirdiği noktada bazı başka hususlara da değinilmelidir. Belirtildiği gibi, çokuluslu şirket de ulusal şirket gibi kâr etmeyi ve sermaye biriktirmeyi amaçlar. Bunlar ulusal şirketlerden farklı olarak üretimi uluslararası düzeyde örgütleyebilecek kapasiteye sahiplerdir ve her ne kadar çokulusluluk sıfatıyla anılsalar da gerçekte ulusal şirketlerdir. Buradaki ulusallık kavramı şirketin ortaklarının hangi ülke uyruğuna tâbi olduğuyla alâkalı değildir. Esas olan şirketin merkezinin nerede olduğu ve elde edilen kârın nereye aktarıldığı, ve dolayısıyla sermayenin hangi ülkede biriktirildiğidir. Dolayısıyla, sözgelimi Türk vatandaşlarına ait bir çokuluslunun örneğin bir İngiliz şirketi olması pekâlâ mümkündür. Burada şirket ortaklarının aidiyet duygusuna da atıf yapılmalıdır. Fakat aidiyet duygusunun sonuçta sadece şahsî düzeyde anlam taşıyabileceği, genellemeler içinse sistemin işleyiş düzeneklerinin dikkate alınması gerektiği hatırda tutulmalıdır. Elbette bu noktada akla sermayenin ulusallığı sorunu gelmektedir. “Hangi sermaye ulusal sermayedir?” sorusunun cevabını vermek bu şartlar altında elbette kolay değildir.
Ayrıca, sermayeye hükmeden şirketlerin devlet örgütlerine ya da daha belirgin bir tespit ile ulus-devletlere ne ölçüde ihtiyaç duyuyor oldukları konusu da başlı başına bir sorunsaldır. Sermayenin, hatta uluslararası sermayenin ulus-devlete muhtaç olduğu söylenmelidir. Bu durum esasen genellikle şirketlerin kontrolünde biriktirilen sermayenin, faaliyetlerini güvenlik içinde ve kolaylıkla yürütebileceği bir hukuki ve kurumsal yapının gerekliliğinden kaynaklanmaktadır. Başka bir ifadeyle, şirketlerin mülkiyet haklarını muhafaza edebildikleri, sözleşme yapabildikleri ve sözleşmelere uyulmasını zorlayabildikleri bir yapının varlığına muhtaç oldukları görülmektedir. Etnik, dilsel, dinsel farklılıkların insan doğasına dayanması, ihtiyaç duyulan devlet yapısının kaçınılmaz olarak ulus-devlet olması sonucunu doğurmaktadır.
Bütün bunlar bir çelişkiyi de yeniden gündeme getirmektedir. Acaba sıklıkla ileri sürüldüğü gibi küreselleşme sürecinin derinleşmesi ulus-devletlerin varlığına karşı bir tehdit yaratmakta mıdır? Bu sorunun cevabının verilmesi dünyada bugün süregiden siyasi olaylara bakıldığında kolaylaşmaktadır. Dünyadaki devlet sayısı azalmamakta; tersine, artmaktadır. Örneğin, Yugoslavya’nın çözülmesinden sonra ortaya çıkan yeni ve küçük devletler, ulus-devletin devrini doldurmadığını; tersine, önemini daha da arttığını göstermektedir. Bu durum küreselleşme söylemiyle ilk bakışta çelişmekle birlikte, aslında iktisadî küreselleşmenin temel özelliklerini belirginleştirmektedir. Bu gerçeğin çokuluslu şirket faaliyetleriyle birlikte değerlendirilmesi, sözünü ettiğimiz siyasî süreçlerin işleyişinde dahi çokuluslu şirketlerin de rolünün bulunup bulunmadığının sorgulanmasını mümkün kılan çok önemli başka konuların ele alınmasını gerektirmektedir.
Siyasa rekabeti ve sonuçları
Bugün dünyada neredeyse tüm ülkelerin devletleri çokuluslu şirketleri kendi topraklarına çekebilmek için büyük çaba göstermekte; her şeyden evvel de yatırım mevzuatlarını serbestleştirmektedir. Güven telkinine yönelik serbestleştirici düzenlemeler de kâfi gelmemekte; devletler ayrıca bu şirketleri kendi topraklarında yatırıma ikna edebilmek bakımından başka müşevvikler de kullanmaktadırlar. Örneğin bedelsiz arazi, bedelsiz altyapı, türlü vergi muafiyetleri, istihdam yüklerinin karşılanması bu tür müşevviklerden sadece bazılarıdır. Elbette bu amaçla kamu bütçelerine gelen ilâve yüklerin, bir şekilde bu yatırımların ulusal ekonomilere sonraki dönemlerdeki muhtemel katkıları vasıtasıyla fazlasıyla geri alınabileceği umulmaktadır. Farklı ülke devletlerinin eşanlı olarak aynı çokuluslunun aynı potansiyel yatırımını kendi topraklarına çekmek için yürüttükleri bu tür teşvik yarışlarına akademik literatürde siyasa rekabeti (policy competition) denilmektedir. Siyasa rekabetinin rekabet içindeki gelişmekte ülkelere katkı sağlamak bir yana, zarar verebileceği de hatırlatılmalıdır. Öyle ki çokulusluların yatırımlarını çekmek için birbirleriyle rekabete girişen gelişmekte olan ülkelerden yatırımı almayı başarabileni, gerçekte sadece dibe doğru yarışı (race to the bottom) kazanan taraf olabilmektedir. Başka bir ifadeyle bu ülke, bırakınız kendi halkı için istihdam ve gelir artışı yaratabilmeyi; bunun yerine özellikle işçilerin son derece olumsuz koşullarda çalıştığı ve ayrıca kamu kaynaklarının bir şekilde çokuluslu şirketlere aktarıldıkları tatsız bir sonuçla karşı karşıya kalabilmektedir.
Üstelik, siyasa rekabeti yoluyla dış yatırımların ne ölçüde teşvik edilebildikleri de şüphelidir. Çoğunlukla vergi indirimlerine ve muafiyetlerine ya da benzeri malî teşviklere dayanan siyasa rekabetlerinin sonuçları genellikle hayal kırıklığına yol açmaktadır. Yabancı sermayeli yatırımların konak ülkeye kalıcı biçimde çekilebilmesinde ve elde edilen kârın konuk ülkeye aktarılması yerine büyük oranda konak ülkede tutulmasını ve yeniden yatırılmasını sağlayabilecek olan esas unsur, çokuluslu şirketlerin rekabet avantajı için mutlak surette ihtiyaç duydukları ortamların ve bunun için gerekli bazı taşınamayan varlıkların konuk ülkede yaratılması ve biriktirilmesidir.[9] Örneğin nitelikli altyapı, sınaî yoğunlaşma, yüksek nitelikte işgücü bu tür varlıklardan bazılarıdır. Fakat işin çetrefilli yanı da bu noktada belirginlik kazanmaktadır: gelişmekte olan ülkelerin bu tür varlıkları edinebilmeleri eğitim, sağlık ve altyapı gibi alanlarda büyük kamusal yatırımları gerekli kılmaktadır. Oysa bugün, çoğunlukla uluslararası kuruluşların baskısı altında uygulanan ve olabildiğince denetimsiz bir şekilde dışa açılmaya dayanan, üstelik merkezi hükümetlerin idarî ve malî etkisini hayli sınırlayan liberal politikalar, gelişmekte olan ülkeleri çelişkili bir duruma düşürmektedir. Zira bu politikalar gelişmekte olan ülkeleri, çok istedikleri yabancı sermaye yatırımlarını bile gerçek anlamda özendirebilmek bakımından ihtiyaç duyulan gerçekçi tedbirleri almaktan çok uzağa sürüklemektedir.
Bir konak ülkenin kendine özgü özellikleri ve öncelikleri dikkate alınmaksızın çokuluslu şirketlerin ve yabancı sermayenin her türünün o ülkeye girişinin teşvik edilmesi, ve bundan her durumda yarar sağlanacağı beklentisi de doğru değildir. Çeşitli örnekler göstermektedir ki doğrudan dış yatırımlardan en çok yararlanabilen ülkeler “ne olursan ol gel” demeyen ülkelerdir. Tabii bugün gelinen aşamada çokuluslu şirketlerin, özellikle de büyük çokulusluların, gelişmekte olan ülkelerin devletleri karşısında pazarlık güçleri hayli yüksektir. Bu durum son otuz yılda hararetle benimsenen küreselleşmeci politikaların sonucudur.
Gelişmekte olan ülkelerin çokuluslu şirketleri
Öyleyse bir bakıma küreselleşmenin çokuluslu şirketlerin ideolojisi olduğunu ileri sürmek güç olmasa gerektir. Fakat bu yeni yapıyı eskinin analitik araçlarıyla bütünüyle kavramak imkânı da kalmamıştır. Konuya sadece çokuluslu şirketler bağlamında yaklaşıldığında bile bu iddianın gerçekçi temelleri bulunduğu anlaşılmaktadır. Yukarıda işaret edilen hususlar altında bugünün çokuluslusunun önceki yüzyılların büyük ölçekli şirketinden hayli farklı olduğu ortadadır. Günümüzde, gelişmekte olan ülkeler merkezli ve küçük ölçekli çokuluslu şirketler de tarih sahnesinde yerlerini almışlardır. Hatta, bu şirketlerin gelişmiş ülkelerden çokuluslu devleri giderek daha fazla tehdit eder hale geldiği dahi ileri sürülmektedir. Görece büyük bazı gelişmekte olan ülke şirketleri sanayileşmiş ülkelerin geleneksel çokuluslularını satın alabilme kapasitesine erişmiştir.[10] Örneğin, geçtiğimiz haftalarda basına yansıyan çarpıcı bir haberde, bir süredir Amerikan şirketi Ford’un kontrolündeki ünlü İngiliz otomobil markaları Jaguar ve Land Rover’ın, Hintli şirket Tata tarafından satın alındığını duyuruluyordu.[11]
Başka bir çokuluslu türü ise yine gelişmekte olan ülkelerde doğup dünya ölçeğindeki etki alanını giderek geliştiren kamusal varlık fonlarıdır (sovereign wealth funds). Son yıllarda petrol ve doğal gaz başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki artışla birlikte Basra Körfezi ülkeleri, Rusya ve İran gibi ülkelerde ve ayrıca son yıllarda sürekli carî işlemler fazlası veren Çin ve Singapur gibi Doğu Asya ülkelerinde biriken bu fonlar, bugün sanayileşmiş ülkelerdeki şirketleri satın almaktadır. Bu fonların hükmettiği sermaye büyüklüğünün önümüzdeki on yıl içinde onlarca trilyon dolara erişeceği tahmin edilmektedir. Son dönemde özellikle ABD merkezli finansal krizin Batılı sanayileşmiş ülkeleri ciddi biçimde etkiler hâle gelmesiyle bu fonların yaptıkları şirket alımları, bir yandan iflasın eşiğindeki şirketlerin kurtarılması gibi görünürken, bir yandan da gelişmiş ülkelerin hükümetleri için ciddi endişe kaynağıdır.[12] Yine bu bağlamda, ünlü İngiliz dergisi The Economist’in 15 Mart 2008’de yayınlanan sayısının[13] kapağında yer verilen “Yeni Sömürgeciler – Çin’in kaynağa susamışlığına dair 14 sayfalık özel rapor” başlığı, bir bakıma hem yukarıda işaret edilen tarihi süreçlerde çokuluslu şirketin oynadığı role, hem de çokuluslu şirketi icat eden Batı kapitalizminin başkasına atıfla kendisini nasıl algıladığına delâlet etmektedir. Çünkü Çin bugün Afrika kıtasında Avrupa ülkelerinin yüzyıllarca önce başlayıp sürdüregeldiklerini yapmakta ve gittikçe büyüyen ekonomisini döndürebilmek için mutlak surette ihtiyaç duyduğu kaynakları güvence altına alabilmek adına Afrika ülkelerine sermaye ihraç etmektedir. Elbette sahnede yine çokuluslu firmalar, fakat bu defa Çinli olanları vardır.[14]
Güneyden güneye (doğudan doğuya) yatırımlar ve politika seçenekleri
Gelişmekte olan ülkelerden, gelişmekte olan diğer ülkelere yönelik yapılan doğrudan dış yatırımlar artmaktadır.[15] UNCTAD tarafından Güneyden Güneye doğrudan yatırımlar biçiminde adlandırılan bu yeni olgudan gelişmekte olan ülkelere ne tür katkılar beklenebileceği ancak zamanla anlaşılabilecektir. Fakat her durumda bu sürecin gelişmekte olan ülkelere en azından siyasî boyutta yeni seçenekler sunabileceği tahmin edilebilir. Yukarıda vurgulandığı gibi çokuluslu şirketler, adlarındaki yanıltıcılığa karşın faaliyetleri sınır ötesi ölçülere erişmiş ulusal şirketlerdir ve bu şirketlerin merkezlerinin bulunduğu ülkelerin devletleri ile bu devletlerin nüfuzu altındaki uluslararası kuruluşlar tarafından korundukları bilinmektedir.[16] Bu bakımdan, güneyin çokulusluları işin temel mantığı bütünüyle aynı kalsa da yine güney için yeni politika seçenekleri yaratabilir.
Bütün bunlar çok ilginç gelişmelerdir. Görüldüğü gibi, gelişmekte olan ülkelerin şirketleri uluslararası meta zincirlerine gittikçe artan ölçülerde eklemlenirken, bunların en azından bir kısmı zincir üzerinde terfî etmekte ve hatta bazı durumlarda zinciri kontrol eder konuma dahi erişebilmektedir. Dolayısıyla, küreselleşme kendi iç çelişkilerinin işleyişiyle şaşırtıcı bir mecrayı görünür hâle getirmeye başlamıştır. Bu, çok kutuplu yeni bir dünyanın habercisidir.
[1] Dünya esasında İngilizce’de TRIAD da denilen üç önemli ekonomik blok arasında paylaşılmış durumda. Bunlar ABD’nin liderliğini üstlendiği ve Meksika ile Kanada’yı da içinde bulunduran Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA) bölgesi, Batı Avrupa ülkelerinin liderlik yaptıkları Avrupa Birliği ve Japonya’nın başı çektiği Asya-Pasifik bölgesidir. Bu temel bloklara ek olarak çok sayıda görece küçük bloklaşmalar da mevcuttur. Örneğin Basra Körfezi ülkelerince oluşturulan Körfez İşbirliği Konseyi de bunlardan bir tanesidir.
[2] Bkz. Thompson, G. ve Hirst, P. 1999. Küreselleşme Sorgulanıyor. Ankara. Dost. Ayrıca, bugünkü şekliyle küreselleşmenin 19. yüzyılın sonundaki biçiminden bir hayli farklı olduğu, sadece uluslararası iktisadî bütünleşme sürecinin vardığı çok yüksek düzeyden ibaret olmadığı, iletişim teknolojilerindeki gelişmelerin de etkisiyle kültürel ve ideolojik yönlerinin de belirginleştiği belirtilmelidir.
[3] Fakat bunun gerektirdiği sermaye payı oranının ne olması gerektiği gerçekte hayli muğlaktır. Bazı durumlarda yüzde 10 civarındaki bir pay bile yeterli olabilirken, bazı başkalarında çok daha yüksek oranlar yetersiz kalabilir.
[4] UNCTAD. 2007. World Investment Report 2007 – Transnational Corporations, Extractive Industries and Development. Cenevre. United Nations Conference on Trade and Development. UNCTAD Dünya Yatırım Raporu serisini 1995 yılından bu yana yıllık olarak yayınlamakta ve her sayı özel bir konuya ayrılmaktadır.
[5] Bu tasnifi ilk yapan İngiliz akademisyen John Dunning’dir. Bkz. Dunning, J. 1993. Multinational Enterprises and the Global Economy. New York. Addison Wesley.
[6] Maxfield, S. and Nolt, J. H. .1990. "Protectionism and the Internalization of Capital: U.S. Sponsorship of Import Substitution Industrialization in the Philippines, Turkey and Argentina". International Studies Quarterly, Vol34, s.49-81.
[7] UNCTAD. 2007. age.
[8] Türkiye’nin en büyük perakende zinciri konumundaki Migros Türk’ün %50,8’inin 1,96 milyon YTL tutarında bir bedelle İngiliz özel yatırım şirketi (private equity fund) BC Partners tarafından Mart 2008’de satın alınması burada işaret edilen durumun en çarpıcı örneklerindendir. Büyük ölçüde borçla finanse edilen bu devir işlemini Garanti Bankası, İş Bankası ve Vakıfbank Türk parası cinsinden finanse etmişlerdir. Bir başka ifadeyle, BC Partners’ın Türkiye’deki doğrudan yatırımı Türkiye’ye dışarıdan sermaye transferini gerektirmemiştir. Sadece bu örnek dahi doğrudan dış yatırımların her durumda sınır ötesi sermaye transferi gerektirmediğini göstermektedir.
[9] Bkz. Nunnenkamp, P. 2001. Foreign Direct Investment in Developing Countries – What Policymakers Should Not Do and What Economists Don’t Know. Kiel Discussion Papers 380, Institut Fur Weltwirtschaft Kiel, July 2001. Ayrıca, bkz. Correa, C. M. Ve Kumar, N. 2003. Protecting Foreign Investment – Implications of a WTO Regime and Policy Options. New York. Zed Boks.
[10] Van Agtmael, A. 2007. The Emerging Markets Century: How a New Breed of World-Class Companies is Overtaking the World. New York. Simon & Schuster.
[11] Milner, M. 26 Mart 2008. “Indian firm buys Jaguar and Land Rover”. The Guardian.
[12] Weber, T. 24 Ocak 2008. “Who's afraid of sovereign wealth funds?”. BBC. http://news.bbc.co.uk/1/hi/business/7207715.stm
[13] The Economist, 15-21 Mart 2008. “The new colonialists – A 14-page special report on China’s thirst for resources”.
[14] Her kaynağa erişim girişiminin bir ölçüde de pazara erişim girişimi olduğu hatırda tutulmalıdır. Çin örneğinin bir başka çarpıcı yönü de siyasî anlamda komünist ideolojiyi benimsediği iddiasındaki bir ülkenin kapitalizmin bütün niteliklerini, çokuluslular gibi en karmaşık unsurlarıyla birlikte başarıyla kullanabiliyor olmasıdır. Aslında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından çok öncelerine uzanan dönemlerde bile benzer tecrübeler yaşanmıştır. Bkz. Hamilton, G. (ed.) (1986). Red Multinationals or Red Herrings?—The Activities of Enterprises from Socialist Countries in the West. Pinter, Londra.
[15] UNCTAD. 2006. World Investment Report 2007 – FDI from Developing and Transition Economies: Implications for Development. Cenevre. United Nations Conference on Trade and Development.
[16] Ramamurti, R. 2001. “The Obsolescing ‘Bargain Model’? MNC-Host Developing Country Relations Revisited”. Journal of International Business Studies, 32(1): 23-39.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder