Türkiye’nin ekonomik sorunlarına sadece ‘ulusal ekonomi’ düzeyinde çözüm aranması doğru değildir. Örneğin, ‘ulusal kalkınma’ kavramının bugünkü durumuna bakalım: Bütünüyle dışa açık bir ekonomide ne eskisi gibi ‘bebek endüstriler tezinin’ uygulama alanı bulması ne de ithal ikameci politikaların uygulanması mümkündür. Son dönemde gündemin üst sıralarında yer alan ‘ulusal sermaye’ tartışması bu yaklaşımla ele alınmalıdır. Öyle ki, Türkiye’de ve gelişmekte olan diğer ülkelerde 1960’larda ve 70’lerde uygulanan ve ‘ithal ikâmecilik’ diye anılan iktisadî politikaların, ne ölçüde sedece ‘yerel ya da ulusal’ ihtiyaçlardan kaynaklandığı bile tartışmalıdır. Dolayısıyla bugünkü Türkiye ekonomisinin dinamikleri tarihsel süreç içinde değerlendirilmeli ve gelecek için iktisaden ve siyaseten ‘yapılabilir’ öneriler geliştirilmelidir.
Hoşlansak da hoşlanmasak da bir ‘küresel kapitalizm’ gerçeğiyle karşı karşıyayız. Çin Komünist Partisi tarafından yönetilen Çin ekonomisi bile bugün kapitalist mantık dahilinde işliyor. Türkiye ekonomisinin sorunlarına yönelik çözüm önerilerinin de bu doğrultuda ele alınması gerekiyor. Türkiye örneğinde 1930’larda başlayan devletçiliğin, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1930’larda uygulanan New Deal politikalarının ve pekçok ülkede II. Dünya Savaşı sonrasından başlayarak 1980’lere kadar erişen Keynezyen politikaların zamanımızın koşullarında izlenmesi zorlaşmıştır.
Peki küreselleşen ekonomide ne yapmalı, nasıl yapmalı? Öncelikle yeni yapının özelliklerini kavramayı kolaylaştırabilecek birkaç hususun not edilmesinde yarar var: Küresel ekonomik bütünleşme, ulusal politika alanını gittikçe daraltıyor. Çokuluslu şirketlerin dünya ticaretinin üçte ikisini kontrol ettiği, uluslararası ticaret önündeki engellerin her geçen gün biraz daha aşındığı, sınır ötesi sermaye hareketlerinin engel tanımadığı, hükûmetlerin çokuluslu şirketler karşısındaki pazarlık güçlerinin azaldığı ve Dünya Ticaret Örgütü, Uluslararası Para Fonu ya da Dünya Bankası gibi ulusüstü kuruluşların hükûmetler üzerindeki baskı kaabiliyetini artırdığı yeni dönemde ‘rekabet’ kavramı daha çok öne çıkıyor. O halde esasen yapılması gereken Türk ekonomisinin uluslararası arenadaki rekabet gücünü yükseltmektir.
Türk ekonomisinin rekabet gücünün nasıl artırılabileceği, nasıl daha çok katma değer üretebileceğimizle; küresel değer zincirinde nasıl daha yukarı tırmanabileceğimizle ilgilidir. Bir başka ifadeyle fiziksel üründen ziyade ne ölçüde bilgi, yenilik ve teknoloji üretebildiğimiz, tasarım yapabildiğimiz, marka yaratabildiğimiz rekabetçiliğimizi belirleyecektir. Bu hususların daha iyi anlaşılabilmesi ‘bizim kim olduğumuz’ sorusunun cevaplanmasını gerektiriyor. Aynı soruyu şu şekilde formüle etmek de mümkün: Türk ekonomisi bünyesindeki oyunculardan hangileri Türk, hangileri yabancı olarak nitelenmeli?
Yabancı sermaye konusu maalesef yeterince anlaşılabilmiş değil. Öncelikle bazı algılama hatalarının düzeltilmesi gerekiyor. Örneğin Türkiye’de tarihsel olarak yabancı sermayenin ağırlığının genellikle sanıldığının çok ötesinde olduğunun kavranmasında yarar var. Bugün Türkiye’de üretilen pek çok ürünün yabancı sermaye tarafından kurulan ya da iştirak edilen işletmeler tarafından üretilmeye başlandığı not edilmeli. Günümüzün Türkiye ekonomisi de yabancı sermayeyle iç içe. Başta da işaret ettiğim gibi 1960’lardan 1980’e kadar izlenen ithal ikameci politikalar da özellikle özel sermaye birikimi bakımından yabancı sermayeli şirketlerin Türkiye’ye girişlerine zemin hazırlayan bir yapı yaratmıştır ve zamanımızın koşulları o dönemin üzerine inşa edilmiştir. Dolayısıyla ithal ikâmeci dönemdeki ‘kalkınmacı’ anlayışın dahi ne ölçüde içeride imâl edildiği şüphelidir. Bütün bunlar beni Türkiye gibi sanayileşme sürecini tamamlayamadan dünya ekonomisine eklemlenmiş ülkeler bakımından, ‘ulusal sermaye’ kavramının geçerliliğini sorgulamaya itiyor. Geleneksel anlamda ‘ulusal sermaye’ diye nitelenen olgu yabancı sermaye ile öylesine iç içe geçmiş durumda ki artık kimin yerli kimin yabancı olduğunu belirlemek hiç de kolay değil. Bu ülkemiz için böyle olduğu gibi başka ülkeler için de geçerli. Hele Türkiye’de gün geçmiyor ki yerli firmalara yabancı ortaklıklar gündeme gelmesin. Bu durumda belki de yeni bir tasnif yapmak ve sermayeyi ‘ulusal sermaye – yabancı sermaye’ yerine ‘yerel sermaye – küresel sermaye’ olarak ayırmak gerekiyor.
Belirttiğim gibi “Hangi sermaye ulusal sermayedir?” sorusunun cevabını vermek gittikçe daha çok güçleşiyor. Sermaye sahipleri Türk vatandaşı iseler mi? Yoksa sermaye - sahibi kim olursa olsun - Türkiye’de yatırıma dönüştürülmüş ise mi? Peki Türk vatandaşı olan şahısların denetimindeki sermaye bir başka ülkede yatırıma dönüşüyorsa ve o yatırımın Türkiye’ye, Türk ekonomisine şu ya da bu şekilde herhangi bir katkısı yoksa; o sermayeyi de Türk sermayesi mi sayacağız? Ya da sahibi yabancı uyruklu şahıslar olmakla birlikte Türkiye’de yatırıma dönüşen, Türk vatandaşlarına iş veren, kârını Türkiye’de yeni yatırımların finansmanında kullanan sermayeyi; ulusal sayılan sermayeden daha yabancı görmenin ne anlamı olabilir? Veya sermaye sahibinin Türk vatandaşı olması – diyelim – onun şirketinde çalışan Türk vatandaşlarının, yabancı sermayeli sayılan başka bir şirkette çalışanlara kıyasla, her ne şart altında olursa olsun daha iyi koşullarda çalıştıklarını garanti eder mi? Kanaatimce esas olan sermayenin kimin mülkiyetinde olduğundan ziyade, değerin nerede yaratıldığı ve yaratılan değerin nerede tutulduğu ve kimler arasında paylaşıldığıyla ilgilidir. Bu bakımdan özel sermayenin kimin mülkiyetinde olduğunun – hele 21. yüzyılın dünyasında - pek bir önemi yoktur. Bir başka ifadeyle, sermayenin kimin denetiminde olduğunu sorgulamak yerine, öncelikle hangi ülkeye ne ölçüde yarar sağladığı sorgulanmalıdır. Bu sermayenin kimin denetiminde olduğunun dikkate alınmaması demek değidir. Tersine ‘denetim’ konusu uluslararası doğrudan yatırımlar konusunun özünü oluşturur. Fakat, sermaye hareketlerinin mantığı ‘ulusallık’ yaklaşımından ziyade ‘kârlılık ve büyüme’ mantığına dayanmaktadır. Dolayısıyla, kâr ve büyüme vadeden topraklara gitmek ve oralarda yerleşmek sermayenin doğasında vardır. Bu şartlar altında önemli olan husus Türkiye’nin sermaye çeken, nitelikli yatırım çeken bir ülke hâline getirilmesidir. ‘Nitelikli yatırım’ yüksek katma değer üretebilen yatırım demektir. Nitelikli yatırım, ülkenin altyapısının her anlamda güçlendirilmesini gerektirir. Ülkenin fizikî, kurumsal, hukukî, insangücü altyapısı güçlendirilmelidir. Eğer bir ülke bu yönde başarı kaydedebiliyorsa, yerel sermaye o ülkede kalır, küresel sermaye o ülkeye gider ve yerleşir. Önemli olan o ülkede yüksek katma değerin üretilebilmesi ve tutulabilmesidir.
Bu süreçte yerel sermayeden olduğu kadar küresel sermayeden de yararlanmak zorunluluktur. Hatta gerektiğinde yerel sermaye de küreselleşmeli, başka ülkelerde yatırım yapmalı, özellikle stratejik aktiflere; finansman kaynaklarına, teknolojiye ve organizasyonel becerilere erişmenin yeni kanallarını elde etmelidir. Tabii, küreselleşen yerel sermayenin ancak katma değerin büyük bölümünü bu topraklara aktarmayı tercih edeni bizim kalacak; diğer kısmı bize yabancılaşacaktır. Bu topraklarda katma değer üreten ve ürettiğini yine bu topraklarda tutan yabancılarsa artık bizden sayılmalıdır.
Bu yazı Ekonometri Dergisi'nin Eylül 2007 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder