Yabancı sermayeli doğrudan yatırımları (doğrudan dış yatırımları ya da kısaca dış yatırımları) çekmek konusunda neredeyse tüm ülkeler büyük gayret içindeler. Bu yöndeki çalışmalarda, öncelikli görevleri kendi ülkelerine dış yatırım çekmek olan yatırım promosyon ajanslarından da yararlanılıyor. Hükümetler bu konuda öylesine gayretliler ki bazı ülkelerde birden fazla yatırım promosyon ajansı bile bulunabiliyor. Üstelik sözünü ettiğimiz ülkeler sadece azgelişmişler değiller; gelişmiş ülkeler de dış yatırım peşindeler. Hatta kimi durumlarda potansiyel yatırımların peşindeki ülkeler birbirleriyle kıyasıya rekabete girişiyorlar. Akademik literatürde ‘politika rekabeti’ (policy competition) adıyla anılan bu tür yarışmalar kimi hallerde, yatırımlara evsahipliği yapmak isteyen ülkelerin kendi aralarında, yatırımcı çokuluslu şirketler karşısında kıyasıya bir teşvik (belki de taviz) yarışına girişmeleri biçiminde açığa çıkıyor. Tabii ‘politika rekabeti’ kavramı her zaman “ben öteki ülkeden daha fazla teşvik veriyorum” şeklinde olmak zorunda değil. Genel olarak yatırım ortamının iyileştirilmesi yönündeki çabalar ve ‘yatırım oyununun kurallarını kurumsal bir çerçeve içine oturtma’ yönündeki girişimler de aynı kapsamda değerlendiriliyor. Güney Koreli otomotiv şirketi Hyundai firmasının 1,5 milyar dolar tutarındaki yatırımı için 2005 yılında Çek Cumhuriyeti ve Türkiye ile yürüttüğü görüşmeler esnasında bu iki ülkenin hükümetleri arasındaki çekişme bu tür bir politika rekabetine örnek gösterilebilir belki. Fakat, bu hikayenin başlı başına birkaç makale konusu olabilecek yönleri bulunduğunu not etmekte fayda var.
Peki gelişmiş ya da gelişmekte olan tüm ülkeler dış yatırım çekmek için kıyasıya rekabet içinde olduklarına göre “yabancı sermayeli yatırımlar ‘her durumda’ iyidir” diyebilir miyiz? Şahsen bu tür yaklaşımları yetersiz ve kolaycı görüyorum. Aynı şekilde “yabancı sermayeli yatırım ‘her durumda’ kötüdür” yaklaşımı da yetersiz ve kolaycı bence.
Büyük bir nüfusumuz, ciddi boyutlarda bir işsizlik sorunumuz ve hızla ilerleyen iletişim teknolojisinin de etkisiyle gittikçe daha çok tüketmeyi arzulayan gençlerimiz var. Bu taleplerin karşılanması daha öncekilerin olduğu gibi bugünkü hükümetin de en büyük sorumlulukları arasında. Bunlar sadece bize özgü sorunlar da değiller. Almanya gibi dev bir ekonomi bile benzer sorunlarla baş etmeye çalışıyor. Dolayısıyla istihdam yaratan ekonomik büyümeye ihtiyaç var. Bu ise yatırım yapılmasını gerektiriyor. Oysa bu çapta yatırımların sadece yerel sermaye birikimi ile yapılması mümkün değil. Zaten yerel sermayenin yatırım seçeneklerini de sadece yurt içi ile sınırlamak ne mümkün ne de doğru. Kaldı ki sermayenin doğduğu ve birikmeye başladığı ülkenin sorunlarına ‘kâr ve büyüme saiklerinin ötesinde’ hassasiyet göstermesi beklenemez. Bu tür hassasiyetler sermayeye hükmeden kişilerde bulunabilir ama sistemin mantığı maalesef kişisel hassasiyetleri öne çıkarmaya hiç elverişli değil. Ayrıca kapitalist dünya ekonomisinin bize dayattıkları karşışında çok fazla seçme şansımız da yok; uyum sağlamak zorundayız. Bu şartlar altında, yatırımcı sermaye için gözlerin dışa çevrilmesi doğal.
Yeniden önceki konuya, yani “yabancı sermayenin ‘her durumda’ iyiliği ya da kötülüğü” konusuna dönersek, ilkin ‘her durumun ayrı ayrı değerlendirilmesi gerektiği’ söylenmeli. Bir benzetme yararlı olabilir: Ülkemizin bazı bölgelerinin kuraklığı son kertesine kadar yaşadığı bu günlerde “yağmur ‘her durumda’ iyi midir?” sorusuna birlikte cevap arayalım. Bir yandan kuraklık bir yandan da sel felaketi yanyana. Herbiri sanki bir diğerini tamamlıyor ve hatta daha anlamlı hale getiriyor. Aniden bastıran yağmura hazırlıklı olmak hem bir sel felaketinden korunmayı hem de kuraklığa karşı tedbirli olmayı mümkün kılabiliyor. Suyun nereden nereye akıtılması gerektiği önceden yeterince düşünülmemişse eğer; akışın yolu tamamen tesadüflere kalıyor ve yağmur sele dönüşüp önüne geleni sürüklüyor. Dolayısıyla “Evet, yağmur genellikle iyidir; toprağı besler, barajları doldurur ama eğer altyapı yetersizse ya da yoksa bol yağış sel olup insanların evini barkını ellerinden alabilir” demek de mümkün. Öyleyse konu su olduğunda bile sığ genellemelerden kaçınmak gerekiyor. Benzer şekilde, yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar konusunu da sağduyu esasına dayanan bir yaklaşımla ele almakta fayda var. Bu ise bir ‘stratejik perspektif’i gerektiriyor.
Tabii işe yabancı sermayeli doğrudan yatırımın ne olduğunu çözümleyerek başlanmalı. Bazen sorular cevaplardan daha önemli olabiliyor. Örneğin: Her sınır ötesi doğrudan yatırım sermaye transferini gerektirir mi? Yatırım nedir? Doğrudan dış yatırım nasıl yapılır? Mevcut işletme ya da tesislerin devralınması yoluyla mı; yoksa yeni işletmelerin kurulması veya yeni tesislerin inşa edilmesi biçiminde mi? Diyelim ki bir başka ülkede yerleşik bir firma gelip Türkiye’de yerleşik yerli bir firmayı ve o firmaya ait olan üretim tesislerini satın alıyor: Bu bir yatırım mıdır? Her türlü yatırım sermaye stokuna net katkı sağlar mı? Eğer sözü edilen devir işlemi sonrasında bir yenileme, iyileştirme veya kapasite artırımı yoksa Türkiye’nin sermaye stoku artar mı? Her türlü yatırım istihdamı artırır mı? İstihdam etkisi olumsuz olan yatırımlar da var mı? Varsa getirisi hem işletme hem de toplumsal etkileri bakımından ne olur? El değiştiren tesisi satan yerli sermaye sahibinin eline geçen mali sermaye Türkiye’de bir ‘yeni yatırım’ın finansmanında kullanılırsa ne olur; Türkiye’den çıkarsa ne olur? Yabancı sermayeli şirketlerin dağıtılmayan kârlarının yeniden yatırılması yurt dışından içeriye herhangi bir sermaye transferi olmaksızın evsahibi ülkedeki yabancı sermayeli doğrudan yatırım stokunu artırır mı? Bizim için hangi sektörler öncelikli olmalı? Madencilik sektöründeki yabancı sermayeli doğrudan yatırımlarla, imalat ya da hizmetler sektörlerindeki doğrudan yatırımların ülke ekonomisi üzerindeki etkileri farklı mıdır? Yabancı sermayeli her yatırım evsahibi ülkeye teknoloji transferini garantiler mi? Peki yabancı sermayeden ne bekliyoruz? Önceliklerimiz neler? Yabancı sermaye çekmek için biz ne yapmalıyız? Tanıtım mı? Yeter mi peki?
Türkiye’nin bu tür soruların cevaplarının arandığı bir stratejik bir pespektife; bir başka ifadeyle ‘yabancı sermaye stratejisi’ne çok ihtiyacı var. Kaldı ki her alanda bir stratejimiz olmalı. Aksi halde akıntıya kapılmışız demektir. Artık akıntı nereye sürüklerse...
Bu yazı daha önce Genç Ankara Dergisi'nin Kasım-Aralık 2007 sayısında ve Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde yayınlanmıştır.
1 yorum:
sn. Akcaoglu,
Yazinizi ilgiyle okudum. DEgindiginiz sorulara olasi yanitlari irdelediginiz bir calismaniz varsa ve haberlerseniz sevinirim.
Baki selam.
S.Cal
Yorum Gönder