Son dönemde Türkiye'nin ekonomi gündeminin en önemli konularından biri 'Türk bankacılığına yabancı sermayeli girişler' konusudur. Bu durum Türk bankacılık sektörünün yabancı sermaye olgusuyla ilk kez tanışıyor olmasından kaynaklanmıyor. Tersine, yabancı bankaların Türkiye'deki faaliyetleri Osmanlı İmparatorluğu'nun son dönemlerinden bu yana, farklı yoğunluklarda da olsa her zaman mevcudiyetini korumuştur. Cumhuriyetin 1923'te kurulmasına rağmen Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası'nın ancak 1930 yılında kurulabilmesi bile bu durumun çok çarpıcı bir örneğidir ve Osmanlı Bankası'nın Türkiye'deki faaliyetleriyle ilgilidir. Türkiye'deki yabancı sermayeli bankalar uzunca bir dönem, hem sayıca hem de faaliyet alanları bakımından dar bir çerçevenin içinde kalmışlardır. Öte yandan 24 Ocak 1980 Ekonomik Kararları sonrasında, faaliyet alanlarında çarpıcı bir genişleme olmamakla birlikte, sektördeki yabancı banka sayısı hızla artmıştır.
Ancak, 2001 yılında yaşanan finansal krizin sonrasında Demirbank'ın İngiliz sermayeli HSBC tarafından satın alınmasıyla yeni bir döneme girilmiştir. Çünkü, Demirbank'ın devrinden önce Türkiye'deki faaliyetlerini sadece birkaç şube ile sürdüren HSBC, bu devir sonrasında Türkiye'deki varlığını yeni bir stratejiyle yürüteceğini ortaya koymuştur. Bu yeni strateji eskisinden farklı olarak pazarın geneline yönelen ve geniş bir şube ağıyla perakendeci bankacılığı esas alan bir stratejidir ve görülmektedir ki son dönemde sektöre dahil olan tüm yabancı sermayeli bankalar tarafından bütünüyle benimsenmektedir.
Peki Türk bankacılığında ne olmaktadır da birden bire yabancı sermayenin ilgisi bu ölçüde artmıştır? Aslına bakılırsa bu ilgi hiç de yeni değildir. Çokuluslu bankaların gözü esasında uzun süredir Türk bankalarının üzerinde olmakla birlikte, daha önceki dönemlerde bu tür girişler için koşullar ve dolayısıyla zamanlama uygun değilken koşulların daha uygun hale geldiği bir döneme girilmesiyle uzun zamandır sürdürülen 'izleme' aşamasından 'girişim' aşamasına geçilmiştir. Bu durumun ortaya konulabilmesi bakımından Türk ekonomisine ilişkin tarihsel sürecin hatırlatılmasında yarar vardır.
1980'lerin başına kadar ülke ekonomisinin girdiği krizlerin büyük ölçüde 'döviz darlığı' ile ilişkilendirilmesi, Türk firmalarının ihracata yönlendirilmeleriyle bu tür darboğazların kalıcı biçimde ortadan kaldırılabileceği inancını yerleştirmiştir. Bu yaklaşım sebebiyle 24 Ocak 1980 Kararlarından önceki dönemde dışa kapalı ithal ikameci yapının hâkim olduğu Türk ekonomisinde; bu tarihten sonra 'ihracata dayalı büyüme' olarak adlandırılan, özellikle dış ticaretin serbestleştirildiği ve teşvik edildiği bir devre yaşanmıştır. Dolayısıyla, başlangıçta devletin uygulamaya soktuğu çeşitli türde teşvik tedbirlerinin de katkısıyla firmaların ihracat performansları çarpıcı ölçüde iyileşmiştir. Ayrıca, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu 1989 yılında alınan 32 Sayılı Karar ile değiştirilmiş ve Türkiye ile dışı arasındaki sermaye hareketlerini kısıtlayan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması 1996 yılının başında uygulamaya sokulmuş; 1999 yılında kamusal nitelikli uyuşmazlıklarda da hakeme başvurulabilmesi imkanı (uluslararası tahkim) yasal düzenlemeye bağlanmış; 2003 yılındaki yeni yasayla, yabancı sermayeli yatırımlar önündeki akla gelebilecek tüm kısıtlamalar kaldırılmış ve böylelikle Türkiye ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme süreci tamamlanmıştır. Dolayısıyla Türkiye ekonomisi – siyasi boyutta Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı dikkate alınmaksızın – Avrupa Birliği merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir uzantısı biçimine dönüşmüştür.
Bu ekonomik yapı dönüşümünün Türk firmalarının faaliyetleri ve rekabet güçleri üzerinde büyük ve kalıcı etkiler yaratması kaçınılmazdır. 1980'lerden önce, esasen iç pazar için ve koruma duvarları ardında yüksek kâr oranlarıyla çalışan Türk firmaları; yirmi yıla sığan görece kısa sayılabilecek bir süreç içerisinde, ulusal pazarın dışa entegrasyonu sonucunda yeni rekabet stratejleri geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği'ne girildiği 1996'dan sonra yerli firmalar için 'iç pazar – dış pazar ayrımı' dahi anlamını yitirmiştir. Bir başka ifadeyle, iç ve dış pazarlardaki rekabet koşulları 'aynılaşmıştır'. Dolayısıyla firmalar – normalde – dış pazarlarda rekabet ettikleri yabancı ülke firmalarıyla, kendi iç pazarlarında da rekabet etmek zorunda kalmışlardır. Öte yandan Türk firmalarının 1980'i izleyen on beş yıl zarfında ihracat yoluyla dış pazarlara yönelmeleri, bu tecrübeyi edinmiş olan firmaların yeni rekabet koşullarına daha hızlı uyum sağlayabilmelerini mümkün kılmıştır.
Bu şartlar altında Türk bankacılık sektörü, 'satın almalara' dayanan yayılmacı stratejiler izleyen Avrupalı bankalar için kuşkusuz iştah kabartıcıdır. Çünkü hem mevcut pazar büyüklüğü, hem de pazarın büyüme potansiyeli dikkate alındığında; dev Avrupalı bankaların arasındaki oligopolist rekabetin Türkiye pazarına girişi kaçınılmaz kıldığı görülmelidir. Bir başka ifadeyle, bu şartlar altında eski kıtanın her büyük oyuncusu geniş Avrupa pazarının bir başka köşesindeki rekabetçi dengelerin kendisi aleyhine değişmemesi bakımından Türkiye'de olmak zorunluluğunu hissetmektedir. Yani, sektöre her bir yabancı sermayeli giriş bir başka yabancı sermayeli girişi uyarmakta ve hatta zorlamaktadır. Bu durumun derinlemesine kavranabilmesi için çokuluslu büyük – özellikle de Avrupalı – bankalar arasındaki rekabetçi dengelerin incelenmesinde yarar vardır.
Öte yandan bankacılık sektöründeki geleneksel yerli oyuncuların büyük çoğunluğunun, finans dahil türlü sektörde faaliyette bulunan gruplar oluşları konunun diğer yanını oluşturmaktadır. İç pazarın geleneksel niteliklerini yitirerek geniş Avrupa pazarının uzantısına dönüşmesi rekabeti artırmış ve sektörel yoğunlaşmayı/odaklanmayı zorunluluk haline getirmeye başlamıştır. Bu, tüm sektörlerde eşanlı rekabet edilemeyeceği; dolayısıyla bazı sektörlerden çekilmek zorunda kalınacağı anlamına gelmektedir. Üstelik son dönemde yaşanan krizler ve bunlar sonrasında ortaya çıkan yeni düzenlemeler, bankacılık işini eskiye kıyasla çekici olmaktan çıkardığı gibi; 'geleneksel birikim modelinin' de artık işlemeyeceği anlamına gelmektedir. Bilindiği gibi bu modelde bankacılık, grup şirketleriyle stratejik entegrasyon içinde düşünülmekte ve bir şirketler grubunun üyesi olan bir bankanın bütünüyle ayrı bir bünye olarak görülmesi yerine, grubun finansal motoru olarak algılanması ve kullanılması söz konusu edilmektedir. Yukarıda sıralanan tüm gelişmeler bu modelin sonunu getirmiştir. Elbette, burada sözü edilen hakim yaklaşımın iyi örneklerinin de bulunduğu unutulmamalıdır ve modelin bütünüyle eleştirildiği kanısı uyanmamalıdır. Tersine, Türkiye gibi sermayenin kıt olduğu ülkelerin tümünde benzer birikim modelleri benimsenmiş ve farklı ölçülerde de olsa başarı elde edilmiştir. Türkiye'de ise kamu ve özel sektörde bu modelin çok başarılı örnekleri de görülmekle beraber gittikçe artan 'yozlaşma' maalesef modelin iyi örneklerini de unutturmuştur.
Dolayısıyla Türk bankacılık sektöründe yaşanan değişimi ve bunları zorlayan krizleri Türk ekonomisinin 'reel' sektörlerinden ve 'genel birikim modelinden' bağımsız düşünmek mümkün değildir. Yeni durum çok sayıda bankanın tasfiyesini zorlamış ve oyuncu sayısı doğal olarak azalmıştır. Öte yandan, varlığını sürdürenler arasında Avrupa'nın dev bankalarından gelen devir teklifleriyle birlikte hissedilecek olan rekabet baskısı karşısında direnebilme gücünü kendisinde görebilecek yerli bankaların sayılarının da pek fazla olamayacağını iddia etmek zor değildir. Bu noktada, oligopolist rekabetin uyardığı reaksiyoner stratejilerin (rakiplerin hareketlerini esas alarak davranmaya dayanan stratejiler), 'satın alma yönünde güdülenmiş' yabancı alıcılar kadar 'pazardan çıkışta geri kalma ve zarara uğrama' kaygısıyla hareket edebilecek satıcılar için de geçerli olacağı not edilmelidir. Bu çerçevede, bugünlerde dile getirilen ve sektördeki yabancı sermaye payının hangi düzeylere erişebileceğine ilişkin görüşlerin genellikle çok iyimser oldukları düşünülmektedir. Ayrıca bu tür tahminlerin ne tür varsayımlara dayandırıldıkları da genellikle açıklanmamaktadır. Son olarak, Türk bankacılık sektöründe yabancı sermayenin sınırlanması yönündeki görüşlerin benimsenmesi durumunda, eldeki politika seçeneklerinin de çok sınırlı olduğu not edilmelidir. Bu doğrultudaki tercihler değerlendirilirken kamu bankalarının konumu ve geleceği çok büyük önem taşımaktadır. Tabii kamu bankalarının özelleştirilmesi konusunu da içeren böylesine karmaşık bir analiz bu kısa yazının sınırlarını aşmakta ve bir başka yazıyı gerektirmektedir.
Bu yazi daha önce Finans Kulüp - Türkiye Finans Yöneticileri Vakfı'nın internet sitesinde (03.08.2005) ve Dünya Gazetesi'nde (04.10.2005) yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder