Çokuluslu şirketler, taşıdıkları yanıltıcı çokulusluluk sıfatı bir yana, gerçekte ulusal şirketlerdir. Buradaki ulusallık kavramı şirket ortaklarının tâbiyetinden öte, şirket tarafından farklı ülkelerde üretilen değerin nihaî olarak hangi merkez ülkeye aktarıldığı ve şirketin nereden kontrol edildiği ile ilgilidir.
Türkiye ekonomisinin büyümesi ve rekabet gücünün artırılması gibi konular da çokuluslu şirket faaliyetlerinden bağımsız düşünülemez. Ülkemize yıllar itibarıyla doğrudan yatırım amaçlı giren yabancı sermayenin önemi, sadece bu tutarların cari açığın finansmanına ne oranda katkı sağladığından ibaret değildir. Buradaki temel husus, Türkiye ekonomisinin uluslararası ekonomiyle ne ölçüde bütünleştiği ve ülkemiz ile dışı arasındaki değer aktarımların yönü ve büyüklüğüyle ilintilidir. Ekonomik bütünleşme süreci dış ticaretin yanı sıra doğrudan dış yatırımlar aracılığla işlemektedir. Üstelik dış ticareti besleyen unsurların başında yine dış yatırımlar olgusu gelmektedir. Örneğin, çokuluslu şirketler farklı ülkelerdeki bağlı-firmaları arasında büyük çapta ticaret (intra-firm trade) yapmaktadırlar. Günümüzde dünya ticaretinin üçte biri birbirleriyle kontrol/mülkiyet ilişkisi bulunan firmalar (ana-firma – bağlı-firma, bağlı-firma – bağlı-firma) arasında gerçekleşmekte; dolayısıyla, doğrudan yatırımların artışı uluslararası ticareti de artırmaktadır. Bu şartlar altında, uluslararası ekonomiyi ve hatta dışa açık ulusal ekonomileri çokuluslu şirketleri dikkate almaksızın çözümlemek imkânı kalmamıştır.
Dünya ekonomisiyle önceki dönemlere kıyasla çok daha yüksek düzeyde bütünleşen bugünkü Türkiye ekonomisi – Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanacağı bir yana – daha şimdiden AB merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir parçası durumuna gelmiştir. Bu yapısal dönüşüm Türk firmalarının rekabet gücünü derinden etkilemiştir. 1980'lerden önce gümrük koruması altında genellikle ulusal pazara yönelik faaliyette bulunan Türk firmaları, zamanla artan dış rekabet baskısı altında yeni stratejiler geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği'ne katılımdan sonra Türk firmaları için iç pazar–dış pazar ayrımı anlamını yitirmiş, ulusal ve uluslararası pazarlardaki rekabet koşulları benzeşmiştir. Başka bir ifadeyle, yerli firmalar yabancı rakipleriyle, artık iç pazarda da rekabet etmek durumundadırlar. Bu, ülkemize gelen yabancı sermayeli doğrudan yatırımlardaki artışla belirginleşmektedir. Yabancı sermayeli şirketler son yıllarda başta finansal hizmetler sektörü olmak üzere neredeyse tüm sektörlerde özellikle satın almalar yoluyla Türkiye’ye girmektedirler. Bu hususta kritik eşiğin artık çoktan aşıldığı ve sürecin, geri çevrilemesi güç bir ivme kazandığı görülmektedir. Öte yandan, finansal sektörde belirginleşen yabancı sermaye girişinin, bankacılık faaliyetlerinin ödünç verme işlemlerinin ötesinde bir istihbarat yönü bulunduğu dikkate alındığında, diğer sektörlerde de yabancı sermaye girişini uyarması şaşırtıcı olmayacaktır. Öyleyse Türk firmaları giderek daha çok satın alınma riskine maruz kalacaklardır.
Bu şartlar altında rekabet gücünü koruyabilmek/arttırabilmek konusu pek çok Türk firmasının en önemli gündem maddesidir. Gelinen aşamada, ucuz işçiliğe ve ucuz kur rejimine dayalı bir uluslararası rekabet gücünden söz edilmesi imkânı başta Çin olmak üzere Uzak Doğu ülkelerinin yarattığı Çin fiyatı ya da çok düşük fiyat baskısıyla, sadece Türk firmaları için değil herhangi bir ülkenin firmaları için de anlamını yitirmiştir. O halde Türk firmalarının ve Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün artırılması yönündeki stratejilerin başka temellere dayandırılması elzemdir.
Türk firmalarının dış yatırımları bu bağlamda büyük önem kazanmaktadır. Türkiye son yıllarda dikkat çeken bir sermaye ihracatçısı konumuna gelmiştir. Resmi istatistiklere dayanılarak yapılan bir karşılaştırma Türkiye’nin, 1999-2004 döneminde doğrudan dış yatırım amaçlı sermaye ihraç artış hızı bakımından Fransa, Hollanda, İsviçre, Almanya ve İngiltere gibi pek çok sanayileşmiş ülkeyi geride bıraktığını göstermektedir. Hazine Müsteşarlığı’nca yayınlanan istatistiklere göre 2007 yılı sonu itibarıyla yurt dışında toplamı 12 milyar doları aşan tutarda Türk dış yatırımı bulunmaktadır. Kambiyo rejimimizdeki serbesti düzeyi ile dış yatırımların finansmanında genellikle yerel kaynakların (yatırım yapılan ülkenin kaynaklarının) kullanılıyor oluşu da dikkate alındığında, bu tutarın gerçekte çok daha büyük olduğu tahmin edilmektedir.
Türk firmalarının dış yatırımları bazılarınca sermaye kaçışı olarak değerlendirilmektedir. Türk firmalarını dış yatırıma yönelten sebepler arasında Türkiye’deki yatırım ortamına ilişkin bazı sıkıntıların bulunduğu bilinmekle birlikte, sağlıklı bir değerlendirme konunun Türkiye’ye giren yabancı sermaye konusuyla birlikte değerlendirilmesini gerektirmektedir. Doğrudan yatırımı amaçlayan sermaye hareketlerinin mevcut iki ayrı yönü (bir ülkeye sermaye girişi ve aynı ülkeden sermaye çıkışı) aslında aynı olgunun farklı boyutlarıdır. Burada unutulmaması gereken temel husus, dış yatırımların sermaye transferi değil de bir sermaye birikim vasıtası olduğudur. Başka bir ifadeyle, çokuluslu şirketler sınır ötesi yatırımlara sermaye birikimlerini büyütmek gayesiyle girişmektedirler. Bu bir rekabet stratejisidir ve gerisinde sadece pazara erişim olabileceği gibi başlı başına yatırımların finansmanı / sermayeye erişim ve/veya sermaye benzeri aktiflere erişim de bulunabilir. Öyleyse dış yatırım, Türk iş dünyasının gündemindeki inovasyon, markalaşma ve teknolojik ilerleme gibi uluslararası rekabet gücüyle ilişkilendirilen diğer hususlarda mesafe alınabilmesi bakımından bir stratejik araç olarak kullanılabilir. Dış yatırım satın alınma riskinin bertarafı bakımından da yararlı olabilir. Bu tür girişimlerin yeni (sıfırdan) yatırımdan ziyade yurt dışında firma satın alma stratejisine dayandırılması tercih edilebilri. Örneğin, kısa süre önce konut sektöründe başlayan finansal krizin ekonomik durgunluğa dönüşmesi sebebiyle aktif fiyatlarının gerilediği Amerika Birleşik Devletleri’nde, uzun zamandır değer yitiren doların da etkisiyle çekici satın alma fırsatları oluştuğu görülmektedir. Bu tür girişimler, Çinli ve Hintli firmalar tarafından başarıyla uygulanmaktadır. Hintli şirket Tata’nın Amerikan şirketi Ford’un kontrolündeki ünlü İngiliz otomobil markaları Jaguar ve Land Rover’ı devir alması bunun çarpıcı örneklerindendir. Bu tür sınır ötesi satın alma faaliyetleri genellikle büyük oranda borçla ve daha da ilginci yerel kaynaklar kullanılarak finanse edilmektedir. Ülkemizin en büyük perakende zinciri Migros’un İngiltere merkezli BC Capital adlı şirkete bir süre önce gerçekleşen devrinde de finansman yine Türk bankalarınca sağlanmıştır. Öyleyse, dış yatırım mutlak surette sermaye transferi gerektirmemektedir. Örneğin, 2006 yılında 1.306 milyar dolara erişen toplam doğrudan dış yatırımların dünya genelinde yüzde 30’unun, gelişmekte olan ülkelerde ise yaklaşık yarısının yeniden yatırılan kârlarla finanse edildiği bilinmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi esasen dış yatırımın kendisi bir sermaye birikim aracıdır.
Görüldüğü gibi önceleri çoğunlukla sanayileşmiş ülke firmaları için geçerli olduğu düşünülen çokulusluluk olgusu artık gelişmekte olan ülke firmaları için de geçerlidir. Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı Teşkilatı’nın (UNCTAD) Ekim 2006’da yayınlanan Dünya Yatırım Raporu’nu (WIR 2006) gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımlara ayırması konunun önemine binâendir. Bu bakımdan, dünyadaki başarılı ülke örneklerinden hareketle, firmalarımızın doğrudan dış yatırımları konusunda bir kamusal stratejik perspektif geliştirilmesi gerekmektedir. Bu konunun Türkiye’ye yabancı sermaye çekebilmek yönündeki girişimler kadar büyük önem taşıdığı ve Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün iyileştirilmesiyle doğrudan ilişkili olduğu unutulmamalıdır.
Üzerinde durulması gereken bir başka husus ise gelişmekte olan ülkelerden diğer gelişmekte olan ülkelere (Güneyden Güneye) yönelen doğrudan yatırımlar konudur. Petrol başta olmak emtia fiyatlarındaki yükselişin etkisiyle büyük cari işlemler fazlası veren Körfez, Kuzey Afrika ve Orta Asya ülkeleri ile Çin, Rusya, Brezilya gibi ülkelerin önde gelen sermaye ihracatçıları konumuna erişmişleri, gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımların gelişmiş ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımlara ne ölçüde alternatif olabileceği sorusunu gündeme getirmiştir. Yeni sermaye ihracatçısı ülkelerin yükselisi, sermaye çeken gelişmekte olan ülkelere için yeni politika seçenekleri de sunabilir. Dolayısıyla bu konu Amerika Birleşik Devletleri ve Batı Avrupa merkezli muhtemel bir ekonomik durgunluğun arifesinde bulunduğumuz bu dönemde, cari açığı yüksek ve yabancı sermaye girişine ihtiyaç duyan Türkiye gibi ülkeler bakımından özellikle önem kazanmaktadır. Türkiye kendisi de bir yandan sermaye çekme gayreti içindeyken bir yandan da sermaye ihraç eden ülkeler arasındaki konumunu güçlendirebilir. Yabancı yatırımcıları teşvik edebilmek için türlü önlemler almaya çalışan bir ülkenin; eşanlı olarak sermaye ihraç eden bir ülke konumunda olması gerektiği iddiası çelişkili değildir. Dikkatle bakıldığında hem sanayileşmiş ülkelerdeki hem de Çin ve Hindistan gibi ülkelerdeki tecrülerin farklı olmadığı görülmektedir. Çünkü, yukarıda da belirtildiği gibi doğrudan dış yatırımlar ve ihracat uluslararası ekonomik faaliyetin birbirini tamamlayan iki yüzüdür; firmalar rekabet güçlerini koruyabilmek için her ikisini birlikte kullanmalıdır. Öte yandan, gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye yetersizliği ve buna bağlı yatırım ve istihdam sorunları bulunmakla birlikte, dış yatırım seçeneğinin gerçekte iç yatırım seçeneğini ikâme edeceği düşünülmemelidir. Konunun anlaşılmasındaki anahtar kelime rekabettir. Rekabetçi değilseniz, iç pazarda yatırım yapmanız ve hatta ayakta kalmanız mümkün olmayabilir. Başka bir iafdeyle, söz gelimi bu tür bir ikâmenin varlığı ilk bakışta tutarlı görünse bile; firmaların rekabet güçlerini, dolayısıyla da varlıklarını koruyabilmeleri için dış yatırım elzem olabilir.
İşaret edilen tüm bu hususların yanı sıra, Türk şirketlerinin uluslararası faaliyetler yönünden ciddi tecrübe birikimi bulunduğu bilinmektedir. Örneğin Türk taahhüt sektörünün birikimi eşsizdir. Son yıllarda Kuzey Afrika ve Basra Körfezi’ne kıyısı bulunan ülkeler ile Rusya ve bazı başka Bağımsız Devletler Topluluğu ülkelerinde petrol başta olmak üzere emtia fiyatlarındaki artışa dayanan zenginleşmenin etkisiyle altyapı yatırımlarına büyük kaynaklar tahsis edildiği görülmektedir. Bu doğrultuda Türk taahhüt firmalarının bugüne kadar genellikle inşaatçı konumundaki faaliyetleriyle birlikte işletmeci konumundaki faaliyetleri hedefleyen rekabet stratejileri geliştirmelerinde fayda olduğu düşünülmektedir. Örneğin, havaalanı yapımcısı ve işletmecisi TAV’ın bölgesel bir güç haline gelmesi, Enka’nın Rusya’nın en büyük gayrimenkul işletmecilerinden biri olması bu doğrultuda diğer Türk şirketlerine esin kaynağı olabilir.
Kısacası, sermaye maliyetinin görece yüksek; araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin yetersiz olduğu ülkemizde, firmalarımızın temel rekabet unsurlarına erişim yolları doğrudan dış yatırım faaliyetlerinde bulunabilir. Hangi sektör söz konusu olursa olsun, dış yatırım faaliyetleri Türk şirketleri açısından küresel değer zinciri üzerinde terfi edebilmek için eşsiz bir araç olarak ele alınmalıdır. Basına yansıyan haberler Türk firmalarının büyük bir kısmının konunun önemini kavradıklarını göstermektedir. Uluslararası girişimler bakımından firma ölçeğinin de bir önemi yoktur. Firmaların en küçüklerinden en büyüklerine kadar tüm alanlarda çokuluslulaşması mümkündür. Türkiye ve Türk firmaları bu fırsatı kaçırmamalıdır.
Ayrıca, hem ülkemizde faaliyette bulunan Türkiye dışından çokuluslu şirketlerin hem de hızla güçlenen Türk çokuluslularının faaliyetlerinin araştırılması için çalışmalar yapmak üzere bir araştırma merkezinin kurulmasında büyük yarar görülmektedir. Bilindiği kadarıyla Türkiye’de herhangi bir üniversite, kurum, kuruluş ya da sivil toplum örgütü bünyesinde bu amaçla çalışan bir araştırma merkezi bulunmamaktadır...
Bu yazı daha önce Yatırım Finansman ve Dış Ticaret Dergisi'nde (Özel sayı: Türk İş Adamlarının Yurt Dışı Yatırımları, Temmuz 2008, sayfa: 33-36) yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder