Bugünün Türkiye’si dünya ekonomisiyle önceki dönemlere kıyasla çok daha yüksek düzeyde bütünleşmiştir. Dünya ekonomisinin de yekpare bir yapıya sahip olmadığı ve esasen üç büyük bloktan oluştuğu dikkate alındığında; Türkiye’nin dünya ekonomisine, merkezinde Avrupa Birliği’nin (AB) bulunduğu geniş Avrupa ekonomisinin bir uzantısı biçiminde eklemlendiği görülmektedir. 24 Ocak 1980 Kararlarından önceki dönemde dışa kapalı ithal ikâmeci yapının hâkim olduğu Türk ekonomisinde; bu tarihten sonra dış ticaretin serbestleştirildiği ve teşvik edildiği bir devre yaşanmıştır. Ayrıca, Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu 1989 yılında alınan 32 Sayılı Karar ile değiştirilmiş ve Türkiye ile dışı arasındaki sermaye hareketlerini kısıtlayan düzenlemeler yürürlükten kaldırılmıştır. Bunun yanı sıra, Avrupa Birliği ile imzalanan Gümrük Birliği Anlaşması 1996 yılının başında uygulamaya sokulmuş; 1999 yılında kamusal nitelikli uyuşmazlıklarda da hakeme başvurulabilmesi imkânı (uluslararası tahkim) yasal düzenlemeye bağlanmış; 2003 yılında çıkarılan yeni Yabancı Sermaye Yasası’yla, yabancı sermayeli yatırımlar önündeki tüm kısıtlamalar kaldırılmış ve böylelikle Türk ekonomisinin dünya ekonomisiyle bütünleşme süreci tamamlanmıştır. Dolayısıyla Türk ekonomisi – siyasî boyutta Türkiye'nin AB'ne tam üyelik sürecinin nasıl sonuçlanabileceği bir yana – daha şimdiden AB merkezli geniş Avrupa ekonomisinin bir parçası durumuna gelmiştir.
Bu yapısal dönüşümün Türk firmalarının rekabet güçleri üzerinde derin etkiler yaratması kaçınılmazdır. 1980'lerden önce koruma duvarları ardındaki ulusal pazara yönelik olarak yüksek kâr oranlarıyla çalışan Türk firmaları; ulusal pazarın dışa entegrasyonuyla birlikte son yirmi beş yılda, yeni rekabet stratejileri geliştirmek zorunda kalmışlardır. Özellikle Gümrük Birliği'ne katılımdan sonra Türk firmaları için 'iç pazar – dış pazar' ayrımı anlamını yitirmiştir. Bir başka ifadeyle, ulusal ve uluslararası pazarlardaki rekabet koşulları 'aynılaşmıştır'. Dolayısıyla firmalar önceleri sadece dış pazarlarda rekabet ettikleri yabancı ülke firmalarıyla, kendi iç pazarlarında da rekabet etmek zorunda kalmışlardır.
Öte yandan birkaç yıldır Türk ekonomisinin ‘uluslararasılaşma ya da dünyayla bütünleşme hızının’ büyük oranda arttığına tanık olunmaktadır. Bu durum ülkemize gelen yabancı sermayeli doğrudan yatırımlardaki artışta belirginleşmektedir. Yabancı sermayeli firmalar başta finansal hizmetler sektörü olmak üzere neredeyse tüm sektörlerde satın almalar yoluyla Türkiye’ye gelmektedirler. Bu hususta ‘kritik eşiğin’ artık çoktan aşıldığı ve yaşanan sürecin, bundan sonrasında istenilse bile geri çevrilemeyecek bir ivme kazandığı görülmektedir. Bu şartlar altında rekabetçi olabilmek (ve hatta sadece ayakta kalabilmek) sorunu pekçok Türk firmasının en önemli gündem maddesidir. Her ne kadar 1980'i izleyen yıllarda ihracat yoluyla dış pazarlara yönelen Türk firmaları rekabet koşullarına daha hızlı uyum kabiliyeti kazanmış olsalar da son durum karşısında sıra dışı stratejiler geliştirilmesi zorunluluğu ortadadır. Bir başka ifadeyle, en temel sorun iç pazarın uluslararasılaştığı bu yeni pazar yapısında nasıl rekabetçi kalınabileceğidir.
Üstelik çok yakın zamanlara kadar sıklıkla sözü edilen ucuz işçiliğe (ve bir ölçüde de ucuz kur rejimine) dayalı bir uluslararası rekabet gücünden söz edilmesi olasılığı, başta Çin olmak üzere Uzak Doğu ülkelerinin yarattığı ‘düşük fiyat’ ya da ‘Çin fiyatı’ baskısıyla, sadece Türk firmaları için değil herhangi başka bir ülkenin firmaları için de anlamını bütünüyle yitirmiştir. Daha da önemlisi gelinen aşamada, Türkiye gibi dışa bütünüyle açık yarı-sanayileşmiş ülkelerde, makroekonomik politikaların da ulusal düzeyde tayin imkânları neredeyse bütünüyle ortadan kalkmak üzeredir. O halde Türk firmalarının ve dolayısıyla Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün artırılması yönündeki stratejilerin başka unsurlara dayandırılması zorunluluğu bulunmaktadır. Elbette, uluslararası rekabet gücü konusu kısa bir yazının sınırları aşacak ölçüde çok sayıda değişken arasındaki karmaşık ilişkilerin ele alınmasını gerektirmekle birlikte; burada, Türkiye’de üzerinde gerektiği gibi durulmayan, fakat hayatî önemi haiz olduğu düşünülen birkaç hususa işaret etmekte fayda görülmektedir.
Bunlardan ilki Türk firmalarının dış yatırımları konusudur. Bu alanda belirgin yol alındığı kambiyo istatistiklerinde görülmektedir: Resmi istatistiklere göre 2005 yılı sonu itibarıyla 1611 Türk firmasının yurt dışında 8 milyar 345 milyon dolar tutarında doğrudan dış yatırımı bulunmaktadır. Kambiyo rejimimizdeki serbesti düzeyi de dikkate alınarak, gerçekteki düzeyin bu sayılara yansıyandan çok daha yüksek olduğunu ileri sürmek güç değildir.
Öte yandan, Türk firmalarının dış yatırımları bazılarınca ‘sermaye kaçışı’ olarak değerlendirilmektedir. Elbette Türk firmalarını dış yatırıma yönelten sebepler arasında Türkiye’deki yatırım ortamına ilişkin bazı sıkıntıların bulunduğu bilinmektedir. Fakat bunlara rağmen, ‘sermaye kaçışı’ merkezli bir bakış açısının gerçekçi olmadığının izahı için, konuya Türkiye’ye gelen yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar konusuyla birlikte bakılmalıdır. Aslında bunlar aynı konunun farklı yüzleri biçiminde ele alınmalıdır. Burada genellikle ‘atlanılan’ husus doğrudan dış yatırım davranışının sermaye transferinden öte bir sermaye birikim modeli olduğu gerçeğidir. Bir başka ifadeyle, dış yatırım yapan firmalar sınırötesi yatırımlara sermaye birikimlerini büyütmek gayesiyle girişmektedirler. Bu, doğal olarak bir rekabet stratejisidir ve gerisinde sadece ‘pazara erişim’ olabileceği gibi başlı başına ‘yatırımların finansmanı / sermayeye erişim’ ve/veya ‘sermaye benzeri aktiflere erişim’ de bulunabilir. Örneğin doğrudan dış yatırımların, Türk iş dünyasının gündemindeki ‘inovasyon’ ve ‘markalaşma’ gibi uluslararası rekabet gücüyle ilişkilendirilen diğer hususlarda mesafe alınabilmesi bakımından da bir stratejik araç olduğu hatırda tutulmalıdır. Sanayileşmiş ülkelerde doğrudan yatırım yoluyla, araştırma-geliştirme, inovasyon ve markalaşma imkânlarına erişimin daha kolay mümkün olabildiği, faklı sektörlerde faal az sayıdaki Türk firması tarafından kavranılmıştır. Bu firmalar Türkiye’nin en rekabetçi firmalarıdır. Bu tür girişimlerin özellikle ‘yurt dışında firma satın alma stratejilerine’ dayandırılmasının yararlı olabileceği not edilmelidir. Ayrıca, satın almalar vasıtasıyla dış pazarlara açılmak ‘satın alınma riski’nin bertarafı bakımından da yararlı olabilir. Benzer girişimlerin, rekabetçi baskısı hergeçen gün daha çok hissedilen bazı Çinli ve Hintli firmalarca da başarıyla uygulanmakta olduğu hatırlatılmalıdır.
Konunun önemi, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı Teşkilatı (UNCTAD) tarafından yayınlanan ‘2006 Dünya Yatırım Raporu’nun (WIR 2006) konusunun da ‘gelişmekte olan ülkeler kaynaklı doğrudan dış yatırımlar’ olmasında bir kez daha açığa çıkmaktadır. Karşı karşıya kalınan fenomen bütünüyle yeni olmamakla birlikte çarpıcı bir gelişmeyi önümüze koymaktadır ve Türkiye için hayli yenidir.
Çoğunlukla sanayileşmiş ülke firmaları için geçerli olduğu düşünülen çokulusluluk olgusunun gelişmekte olan ülke firmaları için de geçerli olabildiğinin gereğince algılanması, Türk firmalarının ve dolayısıyla Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücünün iyileştirilmesi yönündeki politika tercihlerinin belirlenmesinde büyük yarar sağlayabilecektir. Dünyadaki başarılı ülke örneklerinden hareketle, yerli firmaların doğrudan dış yatırıma özendirilmesinin bir kamusal politikaya dayandırılması ve süreci işletecek uygun mekanizmaların zaman geçirilmeden oluşturulması gerekmektedir. Bu konunun en az Türkiye’ye yabancı sermaye çekebilmek yönündeki girişimler kadar büyük önem ve hassasiyet taşıdığı ve Türk ekonomisinin uluslararası rekabet gücüyle doğrudan doğruya ilişkili olduğu bilinmelidir.
Sermaye maliyetinin görece yüksek; araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin yetersiz olduğu ülkemizde, firmalarımızın bu temel rekabet unsurlarına erişim yolları doğrudan dış yatırım faaliyetlerinde gizlidir. Gelişmiş ülkelerin ve hızla gelişen ülkelerin firmalarıyla rekabet edebilmenin çok fazla yolu yoktur. Makroekonomik politika seçeneklerinin son derece daraldığı ve dünyayla bütünleşmenin geri dönüşü olmayan bir noktaya eriştiği Türk ekonomisinin öncelikleri; stratejik aktiflere erişim ve ‘erişilebilen aktiflerin içselleştirebilmesi’ bakımından, yüksek ölçüde beceri sahibi işgününün yetiştirilmesine ve ülkede tutulmasına yönelik tedbirlerin alınmasını zorunlu kılmaktadır; ki bu da yukarıda işaret edilen ve çok önemsenen birkaç husustan ikincisidir. Bir başka ifadeyle mikroekonomik tedbirler ekonomi gündeminde çoktan makroekonomik tedbirlerin yerine geçmelidir ve doğrudan dış yatırımlar konusu bu tartışmanın belkemiğinde bulunmaktadır.
Bu yazı Rekabet Forumu'nun Ekim 2006 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder