Yirmi beş yıl öncesiyle kıyaslanamayacak ölçüde değişen Türkiye ekonomisi hızla yeniden yapılanıyor. Yaşanan, geri dönüşü olmayan bir süreçtir. Türkiye ekonomisi 1980’lerin başından bu yana Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmadığı kadar dışa açılmış ve dünya ekonomisinin Avrupa Birliği (AB) merkezli bloğuna neredeyse bütünüyle eklemlenmiştir. Bu durum yabancı sermayeli yatırımlarda belirgin biçimde görülmektedir. Finans dahil tüm sektörlerde yabancı sermaye hızla artan oranlarda ülkeye akmaktadır ve bu süreçte hayati önem taşıyan kritik eşik çoktan aşılmıştır.
1990’lı yıllar sanayileşmiş ülkelerden başlayarak tüm dünyada finansal sektör için rekabetin hızla arttığı yıllardır. Dolayısıyla bu dönemde gelişmiş ülkelerdeki bankalar ve diğer finansal şirketler kendi yerel pazarlarındaki rekabet baskısı, pazar doygunluğu ve azalan getiriler sebebiyle yeni pazar arayışına girdiler. Bu, eskiye kıyasla çok daha fazla dışa açılmak demekti. Bir başka ifadeyle rekabet baskısı sınır-ötesi büyümeyi zorunlu kıldı. Büyümeye direnmenin bedeliyse rekabet gücünün kaybı; ve hatta görece küçük şirketler söz konusu olduğunda çok geçmeden ‘satın alınma’ tehdidine maruz kalınmasıydı. Bu koşulların yarattığı davranış tarzlarını, satın almalar yoluyla Türkiye pazarına giren banka ya da sigorta şirketlerinin ve el değiştiren yerli şirketlerin stratejilerinde görmek hiç de zor değil. Şimdi önemli olan Türk finansal sektöründe, bu yeni durumun yaratabileceği sonuçları öngörmek ve belirmekte olan yeni koşulların gerektirdiği hazırlıkları yapabilmektir.
Türk sigortacılık sektörüne de ardı ardına yabancı oyuncular girmektedir. Bankacılıkta olduğu gibi sigortacılıkta da her yeni giriş rekabeti keskinleştirmektedir. Yabancı oyuncuların iştahlarını kabartan temel unsurun sadece görece yüksek getiri oranları olduğu ileri sürülemez. Belki de en az onun kadar önemli olan bir diğer unsur pazarın büyüme potansiyelidir. Çünkü Türkler henüz yeterince finansal ürün kullanmıyorlar; bu hem bankacılık hem de sigortacılık için geçerlidir. Öte yandan – pazarı bir hayli büyütmek mümkün olsa da – rekabetin gün geçtikçe daha da derinleşeceği, kâr marjlarının daralacağı; ve tabii tüm bunlara bağlı olarak yabancı girişlerinin de sonrasında sektör içi konsolidasyonların yaşanacağı bilinmelidir. Değinilen tüm bu hususlar Türkiye’ye çok sayıda ‘yenilik’ getirecektir. Finansal yenilikler ‘yeni ürünler’, ‘yeni süreçler’ ya da ‘yeni pazarlar’ biçiminde ortaya çıkabilmektedir. Yenilik kapsamında düşünülebilecek bu üç husus (ürün, süreç ve pazar) birlikte değerlendirilmelidir; çünkü herbiri bir diğerini daha anlamlı kılabilecek etkiler yaratmaktadır. Finansal sektörlerde yabancı sermayeli doğrudan yatırım olgusu bile, başlı başına burada anılan ‘yeni pazar’ kavramı çerçevesinde düşünülmelidir.
‘Banksigorta’ kavramı da bu çerçevenin içindedir ve Türkiye için yeni bir sürece işaret etmektedir. Yarışa katılan yabancı bankaların ve sigorta şirketlerinin büyük çoğunluğunun Kıta Avrupasının batı yakasındaki ülkelerden geldikleri ve kendi ülkelerinde çok başarılı banksigorta uygulamaları yürüttükleri dikkate alındığında, banksigortanın Türkiye uygulamasında da çarpıcı gelişmeler beklenmelidir. Üstelik düşen kâr marjları; finansal hizmetlerin sunulmasında ‘kapsam ekonomileri’nden sonuna kadar yararlanılmasını gerektirmektedir. O halde bankaların sigorta şirketlerine, sigorta şirketlerinin de bankalara sağlayabileceği büyük fırsatlar bulunmaktadır. ‘Maliyet tasarrufu’ bunlardan sadece bir tanesidir. Daha da önemlisi, gelinen aşamada ‘finansal süpermarketlere’ doğru hızla yol alınmaktadır. Perakende sektörünün kısa zamanda gösterdiği gelişme Türkiye pazarının genel olarak süpermarket seçeneğine çok uygun olduğunun göstergesi olsa gerektir. Yeni dönemde Türkiye yepyeni finansal ürünlerle ve iş süreçleriyle tanışacaktır...
Bu yazı daha önce Banksigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] Ekim 2006 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder