Batılı bankalar zor günler yaşarken Türk bankacıları rahat ve huzurlu görünüyorlar. Örneğin kredi kartları, tüketici kredileri ve konut kredileri söz konusu edildiğinde işler hiç de fena değil; üstelik daha alınacak çok mesafe var.
Oysa dünya, özellikle de Batı dünyası sanki bambaşka bir ekonomik dönemi yaşıyor. ABD’de eşik altı ipotekli konut kredisi piyasalarında başlayan sarsıntının finansal sistemde yarattığı çalkalanmanın ekonominin diğer kesimleri üzerindeki etkileri gittikçe belirginleşiyor. IMF’nin tahminlerine göre bu çalkantının sadece finansal kesimde yarattığı tahribatın 1 trilyon dolara yaklaşması mümkün. Bu süreçte çıldıran petrol ve gıda fiyatları, dünyanın pekçok bölgesinde yakın geleceğin çok da huzurlu geçmeyeceğini gösteriyor. Bunun da ötesinde durgunluk ve hatta durgunluk içinde artan enflasyon ya da teknik tabirleri kullanarak resesyon ve stagflasyon olguları bugün Batılı ekononomilere yön verenlerin en önemli gündem maddeleri. Örneğin Türkiye’nin ihracatının yarısından fazlasını yaptığı Avrupa Birliği ekonomisinde ciddi yavaşlama eğilimleri, buna bağlı olarak da şirketlerin küçülerek ve maliyet kalemlerini azaltarak tedbir alma çabaları olduğunu biliyoruz.
Türkiye ekonomisinin büyüme hızında da yavaşlama gözleniyor. Ekonomik büyüme oranı 2001 yılında bu yana ilk kez 2007 yılında yüzde 5’in altında kaldı. Bu yavaşlama eğilimi Merkez Bankası’nın imalat sanayii işyerlerinin ekonomik gelişmelere ilişkin değerlendirmelerini belirlediği ve beklentilerini ölçtüğü İktisadi Yönelim Anketi’nin Temmuz ayı sonuçlarında da gözleniyor. Anket sonuçları, son üç aydaki toplam sipariş miktarı, toplam istihdam ve gelecek üç aydaki üretim hacmi ve ihracat sipariş miktarı ile mevcut toplam sipariş miktarı, sabit sermaye yatırım harcaması ve mamul mal stok miktarına dair durum ve beklentilerde kötüleşmeye işaret ediyor.
Peki Türkiye ekonomisinin aktörleri dünya ekonomisindeki gelişmeleri göz ardı edebilirler mi? Evet finansal göstergelerden bazıları iyi görünüyor. Örneğin döviz kurları hâlâ son derece düşük düzeylerde seğrediyor. Faiz oranlarındaki yükseliş ise kabul edilebilir seviyelerde. Bu şartlar altında, enflasyondaki artış bile sanki kimseyi ürkütmüyor. Yıllarca iki basamaklı kronik enflasyona alışmış bir ülkenin vatandaşları için birazcık enflasyon hiç de ürkütücü değil sanki. Nihayetinde tüm dünyada gıda ve enerji fiyatlarının son derece yükseldiği bir dönemde, ithal enerjiye dayalı bir ekonomi için maliyet enflasyonu kaçınılmaz olduğuna göre ne beklenebilir ki – mi demeli?
Son yıllarda hızla düşen enflasyonun gerisindeki en önemli unsurun döviz kurlarındaki düşüş olduğunu; öte yandan ekonomimizin üretken yapısının çok yüksek oranlarda ithal girdi kullanımına (ve hatta bağımlılığına) dayandığını ve bu süreçte carî açığın neredeyse 50 milyar dolara dayandığını bildiğimize göre? Döviz kurlarındaki düşüş ise herşeyden daha çok yüksek faiz hadlerine dayanıyor ise? Üstelik, her nekadar bankacılık kesiminin döviz pozisyonundaki açık önceki kriz dönemlerine kıyasla çok daha makûl seviyelerde olsa da bankacılık ve finansal hizmetler dışındaki sektörlerde faaliyet gösteren firmaların yurt dışından ve içinden döviz cinsinden borçlarak çok büyük bir açık pozisyon taşır hâle geldiklerini bildiğimize göre, Türkiye hâlâ bir başka gezegendeymişcesine davranmayı sürdürebilir mi? Ekonomi yazarları carî açığın sürdürülebilirliğini; yurt dışından para geldikçe ve açık finanse edilebildikçe sorun olup olmadığını tartışadursunlar; finanse edilmeden carî açık verilemeyeceği ve eğer bir şekilde kırılma noktasına gelinirse, döviz kurlarının bugünkü seviyelerini koruyamayacağı yakın tarihteki tecrübelerle sabit. Türkiye’de daha önce defalarca yaşanan bu tür bir sürecin beraberinde zincirleme bir ‘kredi krizine’ yol açabileceği; dolayısıyla, bankacılık kesiminin kendi ‘makul’ açık pozisyonuna rağmen, reel kesimin ‘makul sınırlarını’ çoktan aşan açık pozisyonundan kaynaknan riski de üstlendiği hatırda tutulmalı.
Bu gelişmeler İstanbul Sanayi Odası (İSO) tarafından her yıl tekrarlanan 500 büyük sanayi kuruluşu araştırmasına bakıldığında da görülebiliyor. İSO’nun araştırmasına göre bu şirketlerin enflasyondan arındırıldığında yüzde 27,5 düzeyinde gerçekleşen bu yılki kâr artışının gerisinde ‘düşük kur-yüksek faiz’ olgusu bulunuyor. Başka bir ifadeyle, kârdaki artış üzerinde, şirketlerin düşük faiz oranlarıyla döviz cinsinden borçlanıp yüksek faizli YTL araçlara yatırarak, kurdaki düşüşün de ilâve katkısıyla çok yüksek ‘kambiyo kârı’ elde etmelerinin etkisinin büyük olduğu açık. Çünkü 500 büyük kuruluşun üretim ve satışları kârdaki büyümenin çok gerisinde.
Ya da hane halkı borç yükündeki duruma bakalım: Merkez Bankası verilerine dayanarak Anka Ajansı tarafından yapılan değerlendirme, 2004-2007 döneminde hane halkının toplam harcanabilir geliri ancak yüzde 55,8 oranında artarken, borcunun yüzde 258 arttığını gösteriyor. Bu borcun yaklaşık yüzde 40’ını konut ve taşıt kredileri gibi teminatı sağlam krediler oluştururken kalanı, aynı ölçüde güçlü teminata dayanmayan tüketici kredileri ve kredi kartı borçları. Ve maalesef borcunu ödeyemeyenleri sayısı gün geçtikçe artıyor: 2008’in ilk çeğreğinde geçen yılın aynı dönemine kıyasla yüzde 88’in üstünde artış var.
Evet yaşanan esasında, Türkiye ekonomisinin yapısal dönüşümüdür. Daha çok borca ve borçla uyarılan tüketime dayanan ve gittikçe Batılı ekonomilere benzeyen bir ekonomik yapı bu. Artısı eksisi elbette tartışılabilir. Fakat açık olan husus, ekonomik durgunluk, enflasyon ve carî açıktan kaynaklanan kırılganlık kaygılarının arttığı bir dönemde risklerin nasıl daha iyi yönetileceğidir. Bankacılar şimdi en çok bunu düşünmeli...
Bu yazı daha önce Banka & Sigorta Dergisi'nin [BEST – Bireysel Emeklilik ve Sigorta Tanıtım Dergisi’nin ilâvesi] 15 Ağustos 2008 sayısında yayınlanmıştır.