Ekonomik kriz tüm dünyada gündemin bir numaralı konusu. Resesyon, durgunluk, depresyon, bunalım, buhran, işsizlik, iflas, kurtarma, önlem gibi sözcükler ise kriz sözcüğü ile birlikte sıklıkla anılan diğerleri. Türkiye’de bugüne kadar ekonomik kriz kavramının ilk akla getirdiği şey hep, döviz kurlarındaki ve faiz oranlarındaki anormal yükselişler oldu. Bu tabii henüz hafızalarda tazeliğini koruyan 1994, 2000 ve 2001 krizlerinin sonuçlarından kaynaklanıyor. Sokaktaki vatandaş ekonomik krizi önce bu yönleriyle algılasa da üretimdeki ve istihdamdaki gerilemenin bu tür etkileri izlediğini de biliyor. Fakat, bu defa karşı karşıya kalınan durum öncekilerden bir hayli farklı görünüyor. Doğru, döviz kurları bu defa da – sonradan yeniden gerilemekle birlikte – bir süre önce hızla yüzde otuz kadar arttı. Aynı trend faiz oranlarında da gözlendi. Fakat Türkiye için esas yeni olan üretim ve istihdamın bu defa önceki dönemlerden farklı bir seyir izlemesi. Çünkü bu kez Türkiye ekonomisi neredeyse tüm dünyayla eşanlı olarak bir ekonomik krize giriyor. Dolayısıyla, en gelişmişlerinden başlayarak tüm dünya ekonomilerinde belirginleşen kriz emareleri Türkiye ekonomisinde bu kez kendisini finansal göstergelerden önce, genellikle reel ekonomi diye anılan üretim ve istihdam büyüklüklerinde göstermeye başlıyor.
Türkiye ekonomisi bugün eskiye kıyasla daha çok krediye dayanıyor. Başka bir ifadeyle, Türkiye ekonomisi gittikçe Batılı sanayileşmiş ülkelere çok benzeyen bir kredi ekonomisine dönüşüyor. Bu önermeyi sayılar da doğruluyor: Türkiye’de 2000 yılında 30 milyar dolar olan toplam kredi hacmi bugün 337 milyar dolar düzeyinde ve tabii toplam kredi hacminin gayri safî millî hasılaya oranında belirgin bir artış var.
Dolayısıyla kredi kullanımına bağımlılık düzeyindeki artışa bağlı olarak, kriz dönemlerinde ortaya çıkan sorunlar bundan böyle iyice belirginleşecek. Peki neden? Bu sorunun cevabı aslında çok açık: Ekonomik kriz her şeyden evvel toplam talepte ve buna bağlı olarak da toplam üretim ve istihdamdaki daralmaya işaret eder. Eğer talep normal dönemlerde bile büyük ölçüde krediyle besleniyorsa, kriz döneminde krediler daralacağı için talepteki düşüş çok daha büyük oranlı olacak demektir. Bu durum elbette kendi kendini besleyen bir süreç içinde kredi riskinde artışı ve buna bağlı olarak da daha büyük ölçüde kredi daralmasını getirecektir. Kredi daraldıkça talep daralır. Talep daraldıkça kredi riski artar çünkü normal dönemlere kıyasla daha fazla firmanın iflası gündeme gelir. Sonra bankalar başta olmak üzere kredi verebilen tüm taraflar kredileri daha da daraltırlar. Çünkü maruz kaldıkları risk sürekli ağırlaşmaktadır. Kaldı ki bu mekanizmanın işleyişini açıklarken henüz hiç anmadığımız başka unsurlar da var. Örneğin dışşal koşullardan kaynaklanan likidite daralması gibi.
Sözün kısası, ekonomik kriz, yani ekonomik durgunluk ve daralma dönemleri hem firmalar hem de bankalar için zor dönemlerdir. Sonuçta firmaların zora girmeleri bankaları da zora sokabilir; genellikle sokar da. Çünkü ekonomik durgunluk ya da daralma dönemlerinde firmaların küçülmeleri veya iflas etmeleri, bunların bankalarına ve ilişkide bulundukları diğer firmalara karşı yükümlülüklerini yerine getirmelerini güçleştirebilir. Neredeyse tüm firmaların bankalarla borçlu-alacaklı ilişkisi içinde olmaları da sistemik riski artıran bir sonuç doğurur. Bu bakımdan firmalar bu tür zor dönemlerde bankalarla ilişkilerini bankalara her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyduklarını akıldan çıkarmaksızın yönetmeliler.
Bu yazı Ekonometri dergisinin Mart-Nisan 2009 sayısında (sayfa 126) yayınlanmıştır.