Bu röportaj İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü öğrencileri tarafından çıkarılan SFinance adlı derginin ilk sayısında yayınlandı.
“Deyim yerindeyse tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı. Hacettepe Üniversitesi’nden hocam rahmetli Tuğrul Çubukçu, bana yıllar önce, ‘Oğlum sen bu mikrobu kaptın bir kere; er ya da geç akademiye döneceksin. Söylemedi deme; göreceksin’ demişti.”
“Unutmayın elinizde öyle bir şans var ki altın kıymetinde. Burada, üniversitede öğrencisiniz ve bu ülkede sizin gibi öğrenci olmak için nelerini feda edebilecek insanlar var.”
SFinance: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Emin Akçaoğlu: On beş yıl bankacılık sektöründe çalıştım. Üniversiteyi çok sevdiğim için döndüm dolaştım üniversiteye geldim. Deyim yerindeyse tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı. Hacettepe Üniversitesi’nden hocam rahmetli Tuğrul Çubukçu, bana yıllar önce, “Oğlum sen bu mikrobu kaptın bir kere; er ya da geç akademiye döneceksin. Söylemedi deme; göreceksin” demişti. Dediği gerçekten de doğruymuş; yıllar sonra yeniden akademik hayata döndüm. Aslında endüstrideyken de üniversiteden hiç kopmadım. Daha önce Başkent ve Çankaya üniversitelerinde dersler, başka üniversitelerde seminerler verdim. Örneğin, Koç Üniversitesi’nde Executive MBA Programı’nda düzenli seminerler verdim. Bütün bu tecrübeler esnasında hep ‘er ya da geç bu işi yapmalıyım çünkü bu işten gerçekten keyif alıyorum’ diye düşündm.
SFinance: Daha önce Türk Eximbank’ta görev aldınız ve şimdi akademisyen olarak görev yapmaktasınız. İkisini karşılaştırdığımızda benzer ve farklı yönleri nelerdir? Akademisyenlik ve iş hayatına atılmak arasında kalan öğrencilere tavsiyeleriniz nelerdir?
Emin Akçaoğlu: Ben hem endüstriyi hem de akademisyenliği biliyorum. Şöyle bir görüşüm var: İkisini karşılaştırdığımız zaman akademisyenlik bir defa endüstriye kıyasla kendinizi daha özgür hissettiğiniz bir yer. Eğer okumayı, yazmayı, öğrenmeyi ve öğretmeyi seviyorsanız akademi muhteşem bir yer. Eğer aklınızın bir kenarında evet ben de öğrenmeyi çok seviyorum gibi bir düşünce varsa akademisyenlik iyi bir seçenek olarak düşünülebilir. Mesela ben öğrenciyken üniversitede sürekli arkadaşlarıma ders anlatırdım. Öğretmenliğe daha o zamanlarda başlamışım aslında. Birisi bu konuyu anlamadım diye gelince ben de zevkle yardımcı olurdum. Sizlerin de ders anlatmaya eğilimi var mı? Okumayı seviyor musunuz? Bundan keyif alıyor musunuz? Öğrenmeyi seviyor musunuz? Bu soruların cevabı çok önemli. Öğrenmeyi sevmeyen birinin öğretmeyi sevmesi zordur. Yeni şeyleri merak ediyor musunuz? Araştırma yapmayı seviyor musunuz? Kafanızın içinde sürekli sorular var mı? İşte akademisyenlik böyle bir şey. Peki ya endüstri nasıl bir yer? Gündelik hayatın koşturmacası o ortamda çok daha yoğun hissediliyor. Sürekli telefonlar çalıyor, müşteriler geliyor, sorular soruluyor... İş ortamında ekip çalışması akademidekinden çok daha belirgin biçimde gerekiyor. Fakat akademisyenlikte bir odadasınız, kendiniz çalışıyorsunuz, araştırma yaparken birileri ile iş birliği yapıyorsunuz ama ders verirken yalnızsınız. Tabi ki yine öğrencilerinizle birlikte olmak, onları anlamak zorundasınız. Onlarla işbirliği yapmak zorundasınız ama neticede, akademisyenlik daha bağımsız çalışılabilen bir ortam sağlıyor. Endüstri zamanın çok daha hızlı aktığı, çok daha yoğun ekip çalışması gerektiren bir ortam. Büyük çoğunluğunuz endüstride çalışmak istiyorsunuz. Bu kötü bir şey mi? Hayır değil. Orada da bir takım cazip şeyler var. Mesela genel olarak endüstride kazancınız daha yüksek olabilir. Akademisyenliğe kıyasla daha çok para kazanabilirsiniz. Endüstride daha hareketli bir hayatınız olabilir. Bu anlamda işinizle bağlı olarak yurt içinde ve yurt dışında daha çok seyahat edebilirsiniz. Endüstri bir de yaptığınızı görebildiğiniz bir yerdir. Akademisyenlikte yaptığınız işin sonuçlarını iki şekilde alabilirsiniz. Örneğin, araştırmalarınızın sonuçları anlamında. Bunun dışında bir de akademide, öğrencilerinizde çalışmalarınızın sonuçlarını görürsünüz. Öğrencilerinizin okulu bitirip iş hayatına girdikleri zaman ne kadar başarılı oldukları; ne kadar talep edildikleri gibi. Onları iş yapan insanlar olarak gördüğünüz zaman, yaptığınız işin sonuçlarını daha iyi algılama şansı bulabiliyorsunuz. İkisi arasında kalan bir öğrenciyseniz; yani akademisyen mi olayım yoksa üniversiteden mezun olduğumda doğrudan iş hayatına mı atılayım diye düşünen biriyseniz kendinizi bu açılardan değerlendirin. Mesela öğrenmeyi sevmek, insan ilişkileri, sabır... Bütün bu hususları düşünmenizde fayda var. Akademisyen iseniz sabırlı olmanız gerekiyor. Endüstride de gerekiyor ama akademisyenlikte farklı boyutta gerekiyor. Beklentiniz ne iş hayatından? Bu konularda kendinizi gözden geçirmeniz gerekiyor ve bir karara varmanız gerekiyor. Akademi aynı zamanda endüstriye kıyasla bazı açılardan daha yorucu bir çalışma süreci getiriyor. Çünkü akademisyen olabilmeniz için lisansı tamamladıktan sonra en az iki yıllık bir yüksek lisans dönemine girmeniz lazım. Gerçi bir yıllık programlar da var artık. Ondan sonraki aşamada doktora yapmanız lazım ki o da çok başarılı iseniz üç yılda biter. Ama normalde dört beş yıl gerektirir. Akademik unvanlar anlamında ilerlemek, doçentlik ve daha sonra profesörlük aşamalarını önünüze getiriyor. Bunların her birinin bir takım koşulları var. Böyle bir sürecinden içinden geçmeye hazır olmanız gerekiyor. Hangisini tavsiye ederim derseniz, adamına göre değişir derim. Yalnız şunu tavsiye ederim ki akademisyen de olsanız endüstride de çalışsanız, diğer tarafı bütünüyle ihmal etmeyin. Akademisyen olursanız endüstriden de uzak kalmamanız gerekli bence. Dolayısıyla endüstri ile ilişkinizi sürdürmeniz lazım. Endüstride çalışırsanız eğer, hiçbir zaman öğrenmeyi kesmeyi bırakmamanız lazım. Ölünceye kadar okuyacaksınız. Sürekli öğreneceksiniz. Sürekli öğrenmezseniz çok kısa zamanda modası geçmiş adamlar haline gelmeniz an meselesi. Her durumda mutlaka kesintisiz öğrenmeyi bir ilke edineceksiniz.
SFinance: Yüksek lisansınızı İngiltere’de Loughborogh üniversitesinde para ve bankacılık üzerine yaptınız. Yurt dışında yüksek lisans yapmak size ne gibi katkılar sağladı? Yurt dışında yüksek lisans yapmak isteyen öğrencilere ne gibi tavsiyelerde bulunabilirsiniz?
Emin Akçaoğlu: Yüksek lisansınızı yurt dışında ya da yurt içinde de yapabilirsiniz. Önemli olan yüksek lisansınızı iyi üniversitelerde yapmaktır. Eğer yüksek lisansınızı yurt dışında yapma imkanı bulursanız sakın kaçırmayın. Bu imkanları bulabilir misiniz ya da sunulan imkanlardan yararlanabilir misiniz? Bu imkanlardan yararlanamamanız için hiç bir sebep yok. Bana göre her şey önce kendine güvenmekle başlıyor. Üniversite üçüncü sınıf bu süreçte önemli bir dönem. Bu dönemde hazırlıklarınızı yapmaya başlarsanız mezun olduktan sonra işiniz kolaylaşır. Eğer okulu bitirdikten sonra yüksek lisansa hemen başlamayı düşünürseniz, önümüzdeki yılın ilk döneminde yurt dışındaki üniversitelere başvurabilirsiniz. Ama benim tavsiyem eğer akademik hayata girmek gibi bir kaygınız yoksa; yani endüstride çalışacaksanız, yüksek lisansınızı üç ya da dört yıl çalıştıktan sonra yapmanızdır. Çünkü ne istediğinizi, hayattan beklentilerinizi ve hangi alanda yüksek lisans yapmak istediğinizi o dönemde muhtemelen daha iyi biliyor olacaksınız. Fakat şimdiden TOFEL, IELTS, GRE, GMAT sınavlarına hazırlanmanızı öneririm. Bunlara ek olarak ezbere dayanmadan; öğrenerek genel not ortalamalarınızı 3’ün altına indirmemeye çalışmanızı öneririm. 3 ortalama bir eşik. Eğer not ortalamanız bu eşiğin altındaysa yine de burs alabilirsiniz, istediklerinizi de gerçekleştirebilirsiniz. Fakat eğer ortalamanız bu eşiğin üzerindeyse eliniz kuvvetlenir. Sakın ola ortalamanızı yüksek tutacaksınız diye doğrudan nota odaklanıp, not almak için her şeyi yapan öğrenciler olmayın. Çünkü o zaman siz zarar görürsünüz. Esas olan öğrenmektir. Not ortalamanız düşük diye avantajınızı yitirmesiniz.
Yurt dışında yüksek lisans için nasıl burs bulabileceğinize dair coğrafyaya göre bir tasnif yaparsak; iki kaynaktan burs alabilirsiniz: Bu amaçla hem yurt içinden hem de yurt dışından alabileceğiniz burslar var. Türkiye’de bulabileceğiniz burslardan biri 1416 Sayılı Kanun kapsamında verilen devlet bursu. Milli Eğitim Bakanlığı’nın ve ÖSYM‘nin sitelerinde bu bursa ilişkin bilgiler var. Mecburi hizmet karşılığında yurt içinden alabileceğiniz kamu kurumları tarafından verilen başka burslar da var. Örneğin Devlet Memurları Kanunu kapsamında kamu kurumları tarafından kullandırılan burslar. Bu bursları kullanmanız durumunda yurt dışında kaldığınız her yıla karşı iki yıl zorunlu hizmetiniz oluyor. Eğer Maliye Bakanlığı’nda, Hazine Müsteşarlığı’nda, Merkez Bankası’nda, Ekonomi Bakanlığı’nda veya diğer bankanlıkların merkez teşkilatlarında çalışıyorsanız bu tür burslardan da yararlanabilirsiniz. Tabii eğer buralarda çalışmaya uzman yardımcısı ya da müfettiş yardımcısı olarak başlamışsanız, müfettiş ya da uzman olduktan sonra kurumlar sizi yüksek lisans yapmak için yurt dışına gönderiyorlar ve bütün masraflarınızı karşılıyorlar. Yurt dışında bulunduğunuz süre içinde yurt içinde mevcut maaşınızın %60‘ını da size ödüyorlar ve kurum içindeki görevinizin başındaymışcasına bütün özlük haklarınız devam ediyor. Yurt içi kaynaklı burslara devam edersek TEV yani Türk Eğitim Vakfı bursu ki bunun mecburi hizmet yükümlülüğü yok; ve bazı şirketlerin çalışanlarına sağladıkları burs imkanları da var.
Yurt dışı kaynaklı burslara baktığımızda başka hükümetlerin vermiş oldukları çeşitli burslar var. Bu hükümetlerin vermiş oldukları bursları eğer yanlış hatırlamıyorsam Milli Eğitim Bakanlığı Yurt Dışı Yükseköğretim Genel Müdürlüğü takip ediyor. Hükümet bursları kapsamında düşünülecek bursların yanı sıra Avrupa Birliği’nin verdiği Jean Monnet bursunu, ayrıca yurt dışındaki üniversitelerin vermiş oldukları diğer bursları da araştırabilirsiniz. Jean Monnet bursu karşılıksız gayet iyi bir burs. Hatta bu bursun çok yakın zamanda İzmir Ekonomi Üniversitesinde sanırım bir tanıtım toplantısı oldu. British Council’ın ve İngiliz hükümetinin vermiş olduğu burslar da karşılıksızdır. Yurt dışındaki üniversitelerce verilen burslar da cazip olabilir. Tabii ‘teaching asistant’ olmak gibi bir sorumluluk da verebilirler size. Bu eğitiminiz yanında yükünüzü biraz ağırlaştırsa da ek olarak birçok fayda sağlayabilir. Bunları yaparken cesaretli olun, söylediğim sınavları yani TOEFL, IELTS, GRE, GMAT sınavlarını almanızda fayda var. Yurt dışındaki üniversitelerden burs almaya çalışılıken size mutlaka bazı sorular sorulacaktır. Örneğin, bizim üniversitemize geldiğinizde gerçekleştirmeyi düşündüğünüz hedefleriniz nelerdir? Sizi neden seçelim? Bunu sizden önce yazılı daha sonra sözlü olarak ifade etmenizi isteyeceklerdir. Bu sebeple kendinize şimdiden birer ‘Statement of Purposes’ hazırlayın.
Yurt dışına çıkmak için elinize geçen her fırsatı mutlaka değerlendirin. Bu sadece yüksek lisansla da sınırlı değil. Eğer yurt dışında çalışma imkanı bulduysanız, onu da kaçırmamanızı tavsiye ederim. Bu tavsiyenin temel sebebi de başka insanlarla tanışmak, başka kültürleri tanımak ya da yeni ortamlarda bulunmak yoluyla edineceğiniz tecrübe. Her şey bir yana bu tür tecrübeler, insanın ufkunu açıyor. İnsanı daha hoşgörülü yapıyor. Bazı şeyleri anlamanızı kolaylaştırıyor. Yurt dışına gitmek sanıldığı kadar zor değil. Karşıda sakız adası var. Bu sezonda 10 euroya gidip gelmek mümlün. Eğer yeşil pasaportunuz varsa vize almadan gidebilirsiniz. Ben sizin yerinizde olsam birkaç arkadaş toplanıp sırt çantamı alıp üniversite bitmeden mutlaka giderim. Bunlar size çok şey katar. Bence her türlü seyahat imkanı değerlendirin. Farklı kültürleri tanıyın. Dil bilginize katkı sağlarsınız; en önemlisi yabancı dilinizi kullanmak konusunda kendinize olan güveniniz artar.
SFinance: Doğrudan yabancı yatırımlar açısından hangi sektörler daha elverişlidir?
Emin Akçaoğlu: Doğrudan yatırımlar konusu çok önemli bir konu. Bütün sektörler bu şekildeki yatırımlar için elverişli olabilir. Sektör ayırımı yapmak doğru olmaz. Siz uluslararası ticaret ve finansman okuyorsunuz. Uluslararası ticaret kavramının içinde sadece yurt dışına mal satmak ve yurt dışından mal almak yani sadece ihracat ve ihracat yok. Türkçe’deki uluslararası ticaret kavramının İngilizce’deki “international business” kavramına karşılık geldiğini düşünüyorum. Bu, ihracat ve ithalatın yanı sıra yurt dışında gündeme gelebilecek pekçok faaliyet yöntemini de içeriyor. Örneğin yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar ya da sözleşmelere dayanan fason üretimi, uluslararası lisanslama, uluslararası franchising gibi başka faaliyet yöntemleri de var. Öğreniminiz sırasında hem ithalat ve ihracat anlamında hem de diğer uluslararası faaliyet modları hakkında bilgilenmeniz gerekiyor. Çalıştıkça, okudukça göreceksiniz ki çokuluslu şirketler ve onların yaptıkları doğrudan yatırımlar hemen hemen bütün sektörlerde aslında bugünün dünyasının nasıl bir dünya olduğu konusunda çok belirleyici. Eğer sorunuza dönersek, öncelikli sektör denilebilecek, zamandan bağımsız bir şey yok ama belli dönemlerde belli sektörler belirginlik kazanır. 1995’ten beri uluslararası şirketler ve bunların doğrudan yatırımları hakkında, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Teşkilatı UNCTAD tarafından her yıl yayınlanan ve bütün dünyada dikatle takip edilen bir rapor var: World Invesment Report – dünya yatırım raporu. Bu raporun bu seneki konusu “non-equity investmen modes” idi. Yani yabancı sermayeli doğrudan yatırımların, doğrudan sermaye aktarımı gerektirmeyen türleriydi. Bu konu daha çok hizmet sektörünü akla getiriyor. Yanlış hatırlamıyorsam geçen yılki ya da bir önceki yılki raporun konusuysa altyapı sektöründe yabancı sermayeli doğrudan yatırımlardı. Görüyorsunuz, tüm sektörlerde yabancı sermayeli doğrudan yatırımlar var.
SFinance: 7 Temmuz 2011 tarihli “ gözünüz dışarıda olsun. Kormayın eşiniz bu defa kızmaz.” Başlıklı makalenize istinaden sizin de bahsettiğiniz gibi Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan yatırımlar konusu Türk Eximbank’ın faaliyet alanına girmektedir. Fakat Türk Eximbank’ın Türk firmalarının dış yatırımlarının desteklenmesi konusundaki hâlâ yapması gereken işler olduğu anlaşılıyor. Bu durumun sebebi Türk firmalarının bu konudan ve doğrudan dış yatırımların öneminden yeterli ölçüde haberdâr olmaması mıdır? Yoksa bu durum Türkiye’de birçok alanda yaşandığı gibi bazı şeylerin sadece söylemde kalmasından ve Türk Eximbank’ın bu konuya yeterli ölçüde ilgi göstermemesinden mi kaynaklanıyor?
Emin Akçaoğlu: Bu soru cevabı zor bir soru. Çünkü, ben Türk firmalarının dış yatırımları konusunda aşağı yukarı 15 -20 yıldır uğraşıyorum. Öyle toplantılara girdim ki o toplantılarda doğrudan doğruya karar vericiler de vardı. Mesela bir seferinde, zamanın Dış Ticaret Müsteşarı Tuncel Kayalar’a bir briefing (bilgilendirme) vermeye çağırdılar. Ondan önce de Dış Ticaret Müsteşarlığı Anlaşmalar Genel Müdürlüğü’nün tüm birimlerine ve Türk Eximbank’ta ilgili kişilere; Türk firmalarının yurt dışındaki doğrudan yatırımlarına niçin kamusal destek verilmesi gerektğini anlatmıştım ve rapor da vermiştim. Türkiye’de, “acaba Türk firmalarının dışarıda yatırım yapması ülkeden sermaye kaçışı anlamına mı geliyor” gibi bir yanlış anlama var. Yani bir zamanlar “Dışarıda yatırım yapacağına burada yapsın, burada istihdam yaratsın, biz zaten sermaye yetersizliği olan bir ülkeyiz; bu haldeyken insan gidip yurtdışına mı yatırım yapar” diye bir düşünce hakimdi. Bir keresinde bir kamu kurumu bir açıklama yaptı ve denildi ki “Biz yurtdışında yatırımı olan iş adamlarını toplayacağız ve yatırımlarını yurtiçine getirmeleri için teşebbüste bulunacağız”. Bu yanlış bir anlayıştır. Neden? Çünkü dışarıda yatırım yapmak, içeride yatırım yapmanın alternatifi sayılıyor ama bu doğru değildir. Düşünün; bir Türk firmasının yöneticisiniz ve dışarıya ihracat, içeriye ithalat yapmıyorsunuz sadece iç piyasaya göre çalışıyorsunuz. Bu şekilde sizin uluslararası piyasayla ilişkiniz olur mu? Olur. Çünkü siz kendi ülke sınırlarınızın dışına çıkmasınız bile sınırlar öylesine zayıfladı ki yabancı firmalar gelip sizi buluyorlar. Diyelim ki sizin bir konfeksiyon atölyeniz var ve gömlek dikiyor yurtiçine satıyorsunuz ve İzmir’in pazarına gidiyorsunuz. Görünüşte başkasıyla alakanız yok ama bir gün bakıyorsunuz Çin’den bir sürü gömlek gelmiş ve aynı pazarda satılıyor. Şimdi ne oluyor? Siz uluslararası pazardan uzakken yabancı rakipler geliyor ve sizi kendi pazarınızda vuruyor. Yapılması gereken ilk şey şu: Önce bu işler nasıl yürütülüyor öğreneceksiniz ve eğer onlar sizi kendi piyasanızda vuruyorsa siz de onları kendi piyasalarında vuracaksınız. Dış yatırım, iç yatırımın alternatifi değildir. Farklı şeylerdir ve rekabet edebilmek için, ayakta kalabilmek için her ikisini de eşanlı olarak düşünmek zorundasınız. Ayrıca Türk firmalarına bakın. Türk firmaları çoğunlukla belli sektörlerde, özellikle fason üretici olarak yabancı firmalara mal satıyorlar. O yabancı firmaların kazandıkları paraları düşünün ve onlara fason üretim yapan Türk firmaların kazandıklarını düşünün. Türk firmaları bazı imkanları en azından henüz elde edemedikleri için başka firmalara fason üretim yapıyorlar. Örneğin pekçok Türk firmasının dağıtım kanalları üzerinde hakimiyeti ve kendi markaları yok. Teknolojik olarak eksikler. Bu eksiklerin gidermenin yollarından bir tanesi bu tür eksiklikleri olmayan firmaları incelemek, belki onları satın almak ya da yurtdışında yeni firmalar kurarak yani doğrudan doğruya yurtdışına yatırım yaparak mümkün olabilir. Türk Eximbank, henüz Türk dış yatırımlarının yapılmasına bu isim altında destek sağlamıyor ama başka yöntemlerle zamanında önemli destek sağladı. Fakat bugün daha fazlasının yapılması, anlatılması ve Türkiye’nin bunu gündemde tutması lazımdır. Ben bunun için yazılar yazıyorum; bu konu gündemde kalsın ve kamuoyu bu konu hakkında fikir sahibi olsun diye. Ayrıca karar mercii konumunda bulunan otoriteler bir takım girişimlerde bulunsunlar diye. Ama önce bu konunun iyi anlaşılması gerekiyor. Bu husuta da hayli ümitliyim. Türk firmalarının yatırımcı konumuna eriştiği bu dönemde, doğrudan dış yatırımın ne kadar önemli olduğunu sizler de iyi bilin ki bir anlamda yarını planlamanız kolaylaşsın. Çünkü ileride karar vericiler siz olacaksınız.
SFinance: Küresel değer zincirinde Türk firmalarının konumu nedir? Türk firmalarının uluslararası bir marka yaratma ve dışarıya açılma konusundaki durumlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Emin Akçaoğlu: Türk firmalarının yapması gereken daha çok şey var. Ama yaptıkları da çok şey var ve bunları hiç azımsamamak lazım. Bundan 10-20 yıl öncesiyle kıyaslanınca Türk firmaları olağanüstü mesafe aldılar. Küresel değer zinciri veya İngilizce’siyle global value chain. Küresel değer zincirinde Türk firmaları bir takım sektörlerde maalesef zincirin içindeki hiyerarşi dikkate alındığında aşağılardalar. Az önceki tekstil-konfeksiyon örneğinde de olduğu gibi fason üretim yapan çok firmamız var ama marka sahibi firmamız daha az. Türkiye, hazır giyimde eskiye kıyasla çok sayıda marka çıkardı. Mavi ve Colin’s gibi. Mesela beyaz eşya üretimindeki durumumuza bakın. Çokuluslu Türk şirketleri var artık. Vestel’i düşünün, Arçelik’i düşünün. Bunlar dışarıda yatırım yapabilen firmalar. Ayrıca, enerji sektöründeki Türk firmaları da son derece aktif. Ben şöyle görüyorum: Türkiy’de firmalar sektörün içinde oldukları için onlar bir takım şeylerin resmi otoritelerden daha fazla farkındalar. Piyasanın gereklerinin daha çok farkındalar ve ona göre mesafe alıyorlar. Resmi otoritelerin de katkısını ihmal etmemiz gerekiyor tabii. Özellikle marka konusuna sorduğunuz için bunu söylüyorum; örneğin, eski Dış Ticaret Müsteşarlığı yani bugünkü Ekonomi Bakanlığı tarafından uzun yıllardır emek ve para harcanan ve markalaşma konusunda başta Turquality projesi olmak üzere hazırlanan programlar var. Bütün bu çabalar Türk firmalarını eskiye kıyasla çok daha farklı bir yere taşımış durumda.
Daha önce de söyledğim gibi kendinizi geleceğe hazırlarken uluslararası ticaretin sadece ithalat ihracattan ibaret olmadığını unutmayın. Finansmanı iyi öğrenin. Özelikle, uluslararası ticaretin finansmanını çok iyi öğrenemeye çalışın. Sahip olduğunuz hukuk bilginizi ilerletin. Finansçıların da dış ticaretçilerinde mutlak suretle hukuk biliyor olmaları lazım. Özelikle finans hukuku, yatırım hukuku gibi. Şunu unutmayın: Ömür boyu öğrenmek zorundasınız. Bilgiler çabuk eskiyor; sürekli öğrenmemiz lazım. Bol bol okuyun. Roman okusanız dahi size bu konularda yardımcı olacaktır. Çünkü edebiyatın konusu insandır. Lisan bilginizi özelikle yazarak ilerletin. Hem endüstride hem de akademide lisan bilgisi çok önemlidir. Hem Türkçe hem de İngilizce!
SFinance: Hayatınızın hangi döneminde finansa ya da çokuluslu şirketlere ilginiz olduğunu fark ettiniz?
Emin Akçaoğlu: Üniversite sınavına girerken siyasete çok ilgi duyuyordum. Bu sebeple beni en çok iktisat okumak cezbetti. İktisat okurken, siyaseti de en azından teorik düzeyde kendi okumalarımla öğrenmeye çalıştım. Zaman içinde bazı şeyler daha genç yaştayken gördüğümden daha farklı görünmeye başladı. Sonra özellikle uluslararası iktisada ilgi duymaya başladım ve bu alanda yüksek lisans yapmayı düşünerek devlet bursu sınavına girdim. Fakat devlet bursu sınavında o yıl sadece Etibank hesabına beş kişilik burs vardı ve bunların ikisi bankacılık, biri pazarlama, diğerleri muhasebe ve finans içindi. Benim ilk tercihim bankacılıktı. İlk tercihime girdim. Bankacılık okurken uluslararası bankacılık dikkatimi çekmeye başladı. Okumalarım sırasında önce çokuluslu bankalarla sonra da genel olarak çokuluslu şirketlerle karşılaştım. Bu bana çok heyecan verdi. Aslında şirketlerin dünyayı ne kadar çok etkilediğini fark ettim. Bu süreçte, siyasete olan ilgimden soğumaya başladım. Şu anlamda ki aslında birtakım süreçlerin gençliğimde sandığımdan daha karmaşık olduğunu kavramaya başladım. Dünyanın çok daha zor bir yer olduğunu anlamaya başladım. Bunu çokuluslu şirketleri öğrendikçe sanırım daha iyi anladım.
Size tavsiyem, bu alanlarda kendinizi geliştirin ve çok ciddi inceleyin. Bunlar çok önemli konular. Sakın zamanınızı boşa harcamayın ve kendinizi elinizden geldiğince iyi yetiştirmeye çalışın. Mutlaka farklı hayatlar yaşayacak, farklı tecrübeler tadacak ve yol ayrımlarına gireceksiniz. Çok zorlu bir sürece gireceksiniz. Bu sebeple aklınızda hep bir A ve B planı olsun. Çünkü zaman içinde mutlaka planlarınız değişecektir. Hayat çok kolay değil; hazırlık yapmak lazım. Siz şimdi hayatınızın çok güzel bir dönemini yaşıyorsunuz. Unutmayın elinizde öyle bir şans var ki altın kıymetinde. Burada, üniversitede öğrencisiniz ve bu ülkede sizin gibi öğrenci olmak için nelerini feda edebilecek insanlar var. Kitap alın okuyun ve olabildiği kadar çok yazın. Çünkü, yazmak öğrenme sürecinde çok önemli bir yöntemdir. Sürekli yazmaya çalışarak, düşüncelerinizi ifade etmeye çalışarak kendinizi geliştirin. Göreceksiniz ki endüstride de çalışsanız akademide de çalışsanız “yazı becerileri” sürekli karşınıza çıkacak.
SFinance: Hocam çok teşekkür ederiz.
Emin Akçaoğlu: Ben teşekkür ederim.
Emin Akçaoğlu İzmir Ekonomi Üniversitesi Uluslararası Ticaret ve Finansman Bölümü’nde uluslararası ticaret ve yatırımlar alanında yardımcı doçent olarak görev yapmakta ve ‘çokuluslu şirketler ve yabancı yatırımlar’, ‘ihracat pazarlaması’, ‘uluslararası ticaret ve yatırımlar’, ‘uluslararası ticaretin yasal yapısı’, ‘uluslararası finansman’ ile 'Türkiye’de dış ticaret ve yatırım politikaları’ derslerini vermektedir. Daha önce Loughborough Üniversitesi’nde araştırmacı olarak çalışmış; Başkent ve Çankaya Üniversitelerinde de dersler vermiştir. İzmir Ekonomi Üniversitesi’ne katılmadan önce Türk Eximbank’ta yöneticilik, UNCTAD’da danışmanlık yapmıştır. Dr. Akçaoğlu lisans ve yüksek lisans derecelerini iktisat alanında Hacettepe ve Loughborough Üniversitelerinden, doktora derecesini işletme alanında Ankara Üniversitesi’nden almıştır.
19 Aralık 2011 Pazartesi
Dünyanın hâli: Ne söylediler? Ne yapıyorlar?
Dünyanın hâli pek parlak değil. Uluslararası kuruluşların en tepesindeki isimlerden Batının önde gelen siyaset ve devlet adamlarına kadar pek çok kişi bunu söylüyor. Sanayileşmiş zengin ülkelerde süregiden ekonomik krizin etkileri kaçınılmaz biçimde dünyanın tümünü etkiliyor ve bu krizin ne zaman, nerede, ne kadar hasarla sonlanacağını kimse bilmiyor. Elbette bu ülkelerin hükümetleri de hasarı asgariye indirmek ve süreci olabildiğince kısaltmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Peki nasıl?
Yaşanan olaylardan alınması gereken çok önemli bir ders var: Söylenenlerle yapılanlar birbirinden çok farklı. Onlarca yıldır gelişmekte olan ülkeler ‘bütçe disiplininden’, ‘piyasanın erdemlerinden’, ‘devlet müdahalesinin sakıncalarından’ söz eden sanayileşmiş ülke hükümetleri ve genellikle bunlar tarafından kontrol edilen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların yöneticileri, sorun kendi sorunları olduğunda ağız değiştiriyorlar.
2000’li yılların başında Türkiye’yi vuran krizlerin ilk dalgası – hatırlanacaktır – bazı bankaların çöküşüyle geldi. Bu dönem Türkiye’de bankacılık sektörünün köklü biçimde yeniden yapılandığı bir dönemin başlangıcıdır. Bu sürecin lehimize ya da aleyhimize olduğu tartışması bir yana, bugünle kıyaslanması gereken bazı yönleri vardır. Örneğin, Demirbank aktif kalitesi kötü olduğu ya da içi boşaltıldığı için değil bilançosunun iki yakasındaki vade uzunlukları bakımından, gereğinden çok risk üstlenip; kısa vadeli borçlanıp, bu fonları uzun vadeli devlet iç borçlanma senetlerine yatırdığı için likidite sıkıntısına düşmüş ve batmıştır. Bu bankanın devlet tarafından kurtarılması gündeme alınmamıştır bile. Demirbank’ın batışı, yabancı sermayeli bankaların Türkiye’ye giriş sürecinin dönüm noktasıdır. O dönemde hem IMF temsilcileri hem de IMF’ye yön veren ülkelerin yöneticileri, bir bankanın kamu kaynaklarıyla kurtarılmasının doğru olmayacağına ant içebilecek kadar keskin görüşlere sahiptiler.
Resme bugün baktığınızda belki aynı kişiler değil ama, aynı koltuklarda oturanlar kendi ülkelerinde batma noktasına gelmiş bankaları kurtarmak için kamu fonlarını kullanmaktan çekinmiyorlar. Bütçe disiplini kavramının anlamını bile hatırlayan yok. Örneğin Avrupa’yı sarsan devlet borçları, bir ölçüde krizin ilk dönemlerindeki sarsıntıyı hafifletmek için devlet bütçelerinin olabildiğince yoğun ve hatta imkânların ötesinde kullanılmasından kaynaklanmıyor mu? Konu gelişmekte olan ülkelere geldiğinde ‘monetarist’ fakat kendilerine geldiğinde ‘Keynezyen’ olan bu ülkelerin tarihleri zaten bu yaklaşımın örnekleriyle dolu.
Sadece bütçe disiplini veya banka kurtarma operasyonları bakımından değil; fakat akla gelebilecek her iktisadî konuda kendi menfaatleri gündeme geldiğinde devlet müdahaleciliğini ve kendi şirketlerinin korunmasını sonuna kadar savunanların yine aynı ülkeler olduklarını iyi görmek gerekiyor. Dünün gelişmekte olan, bugünün sanayileşmiş ülkesi Kore bile ‘merdiveni tırmandıkça’ bu tür politikalarda ustalaşıyor. Kore’nin, tablet bilgisayarların uluslararası ticarette yeni bir ‘kapışma alanı’ olduğu bugünlerde, ‘Apple iPad’e karşı ‘Samsung Galaxi’yi geliştirme sürecinde, kendi iç pazarını türlü yöntemlerle koruma altına alışı sanırım hepimizi düşündürmeli.
Tarihin gerektiği gibi okunması, şimdiki zamanı iyi değerlendirebilmek için bir zorunluluk. Bilimle propaganda arasındaki ayrımın – özellikle sosyal bilimler söz konusu olduğunda – görülmesi bazen kolay olmayabiliyor. Örneğin, internetin önümüzde yepyeni bir çağ açtığı ve bilgiye erişimin son derece kolaylaştığı sıklıkla tekrarlanırken, aynı internetin bir bilgi çöplüğü olduğu çoğunlukla gözden kaçıyor. Doğruyla yanlışın, propagandayla bilimin birbirinden gereğince ayrılabilmesi için yegâne sığınağımız ‘eleştirel düşünmek’ olabilir. Bütün bu sorunlar karşısında ‘akla dayanan’ değerlendirmelerin dışındakiler, eğer kasıtla kötü niyetli değillerse saflıktan öteye gidemezler.
Dünyanın içinde bulunduğu bu ekonomik kriz döneminde, bize akıl hocalığı yapmayı seven sanayileşmiş ülkelerin ve bunların kontrolündeki uluslararası kuruluşların, bu ülkelerin kendi menfaatleri söz konusu olduğunda uyguladıkları ya da önerdikleri politikalar; daha on yıl önce bize sundukları politika önerilerindeki samimiyetlerini günışığına çıkarıyor.
İşte bütün bunlar bize ders olmalı. Öyle bir ders ki örneğin sanayileşme politikamızı şekillendirirken bugünün sanayileşmiş ülkelerinin, kendi sanayileşme politikalarını tarihsel süreç içerisinde nasıl yürüttüklerini kılı kırk yararak incelemeliyiz; doğruyla yalanı, propagandayla bilimi ayırt ederek… Sanayileşme politikasının tüm yanlarını hatırda tutarak yapmalıyız bunu. Bu bakımdan bugünün zengin ülkelerinin ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakmalıyız. İşte bazen kriz bile fırsat olabiliyor. En azından aklımızı başımıza devşirmek için…
Emin Akçaoğlu
emin.akcaoglu@ieu.edu.tr
Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Aralık 2011 sayısında yayınlanmıştır.
Yaşanan olaylardan alınması gereken çok önemli bir ders var: Söylenenlerle yapılanlar birbirinden çok farklı. Onlarca yıldır gelişmekte olan ülkeler ‘bütçe disiplininden’, ‘piyasanın erdemlerinden’, ‘devlet müdahalesinin sakıncalarından’ söz eden sanayileşmiş ülke hükümetleri ve genellikle bunlar tarafından kontrol edilen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların yöneticileri, sorun kendi sorunları olduğunda ağız değiştiriyorlar.
2000’li yılların başında Türkiye’yi vuran krizlerin ilk dalgası – hatırlanacaktır – bazı bankaların çöküşüyle geldi. Bu dönem Türkiye’de bankacılık sektörünün köklü biçimde yeniden yapılandığı bir dönemin başlangıcıdır. Bu sürecin lehimize ya da aleyhimize olduğu tartışması bir yana, bugünle kıyaslanması gereken bazı yönleri vardır. Örneğin, Demirbank aktif kalitesi kötü olduğu ya da içi boşaltıldığı için değil bilançosunun iki yakasındaki vade uzunlukları bakımından, gereğinden çok risk üstlenip; kısa vadeli borçlanıp, bu fonları uzun vadeli devlet iç borçlanma senetlerine yatırdığı için likidite sıkıntısına düşmüş ve batmıştır. Bu bankanın devlet tarafından kurtarılması gündeme alınmamıştır bile. Demirbank’ın batışı, yabancı sermayeli bankaların Türkiye’ye giriş sürecinin dönüm noktasıdır. O dönemde hem IMF temsilcileri hem de IMF’ye yön veren ülkelerin yöneticileri, bir bankanın kamu kaynaklarıyla kurtarılmasının doğru olmayacağına ant içebilecek kadar keskin görüşlere sahiptiler.
Resme bugün baktığınızda belki aynı kişiler değil ama, aynı koltuklarda oturanlar kendi ülkelerinde batma noktasına gelmiş bankaları kurtarmak için kamu fonlarını kullanmaktan çekinmiyorlar. Bütçe disiplini kavramının anlamını bile hatırlayan yok. Örneğin Avrupa’yı sarsan devlet borçları, bir ölçüde krizin ilk dönemlerindeki sarsıntıyı hafifletmek için devlet bütçelerinin olabildiğince yoğun ve hatta imkânların ötesinde kullanılmasından kaynaklanmıyor mu? Konu gelişmekte olan ülkelere geldiğinde ‘monetarist’ fakat kendilerine geldiğinde ‘Keynezyen’ olan bu ülkelerin tarihleri zaten bu yaklaşımın örnekleriyle dolu.
Sadece bütçe disiplini veya banka kurtarma operasyonları bakımından değil; fakat akla gelebilecek her iktisadî konuda kendi menfaatleri gündeme geldiğinde devlet müdahaleciliğini ve kendi şirketlerinin korunmasını sonuna kadar savunanların yine aynı ülkeler olduklarını iyi görmek gerekiyor. Dünün gelişmekte olan, bugünün sanayileşmiş ülkesi Kore bile ‘merdiveni tırmandıkça’ bu tür politikalarda ustalaşıyor. Kore’nin, tablet bilgisayarların uluslararası ticarette yeni bir ‘kapışma alanı’ olduğu bugünlerde, ‘Apple iPad’e karşı ‘Samsung Galaxi’yi geliştirme sürecinde, kendi iç pazarını türlü yöntemlerle koruma altına alışı sanırım hepimizi düşündürmeli.
Tarihin gerektiği gibi okunması, şimdiki zamanı iyi değerlendirebilmek için bir zorunluluk. Bilimle propaganda arasındaki ayrımın – özellikle sosyal bilimler söz konusu olduğunda – görülmesi bazen kolay olmayabiliyor. Örneğin, internetin önümüzde yepyeni bir çağ açtığı ve bilgiye erişimin son derece kolaylaştığı sıklıkla tekrarlanırken, aynı internetin bir bilgi çöplüğü olduğu çoğunlukla gözden kaçıyor. Doğruyla yanlışın, propagandayla bilimin birbirinden gereğince ayrılabilmesi için yegâne sığınağımız ‘eleştirel düşünmek’ olabilir. Bütün bu sorunlar karşısında ‘akla dayanan’ değerlendirmelerin dışındakiler, eğer kasıtla kötü niyetli değillerse saflıktan öteye gidemezler.
Dünyanın içinde bulunduğu bu ekonomik kriz döneminde, bize akıl hocalığı yapmayı seven sanayileşmiş ülkelerin ve bunların kontrolündeki uluslararası kuruluşların, bu ülkelerin kendi menfaatleri söz konusu olduğunda uyguladıkları ya da önerdikleri politikalar; daha on yıl önce bize sundukları politika önerilerindeki samimiyetlerini günışığına çıkarıyor.
İşte bütün bunlar bize ders olmalı. Öyle bir ders ki örneğin sanayileşme politikamızı şekillendirirken bugünün sanayileşmiş ülkelerinin, kendi sanayileşme politikalarını tarihsel süreç içerisinde nasıl yürüttüklerini kılı kırk yararak incelemeliyiz; doğruyla yalanı, propagandayla bilimi ayırt ederek… Sanayileşme politikasının tüm yanlarını hatırda tutarak yapmalıyız bunu. Bu bakımdan bugünün zengin ülkelerinin ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakmalıyız. İşte bazen kriz bile fırsat olabiliyor. En azından aklımızı başımıza devşirmek için…
Emin Akçaoğlu
emin.akcaoglu@ieu.edu.tr
Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Aralık 2011 sayısında yayınlanmıştır.
16 Aralık 2011 Cuma
Yabancı sermaye nereye gider?
Yabancı sermayeli yatırımların ülkemize çekilmesi konusu yıllardır ekonomi gündeminin üst sıralarında. Son duruma bakıldığında Türkiye’ye gelen yabancı sermayeli yatırımların toplam tutarında kayda değer bir düşüş var. Oysa 2007 yılı bu anlamda ‘muhteşem’ bir yıl olmuştu. O yıl ülkemize giren sermayenin toplam tutarı 22 milyar doları aşmıştı. Bu büyük tutarın gerçekte ülkenin sermaye stokunu artırmayan el değiştirmelere dayandığını ve özellikle de kamu mülkiyetindeki büyük kuruluşların ya da özel bankaların yabancı çokuluslu şirketlere satılmasından kaynaklandığını hatırlarsınız.
Sayılara daha yakından bakalım: Türkiye’ye 2010 yılında gelen yabancı sermaye tutarı bir önceki yıla (2009’da 8,4 milyar dolar) göre %8,3 artışla 9,1 milyara dolara ulaştı. Fakat bu tutar 2007’deki 22 milyar dolarlık rekor girişle kıyaslandığında, belirgin bir gelişme olmadığı görülüyor. Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin dikkat çektiği sadece üç yıl var: 2006 (20,2 milyar dolar), 2007 (22 milyar dolar) ve 2008 (19,5 milyar dolar). Bu yılların özelliğiyse hem Türk Telekom gibi büyük çaplı özelleştirmelerin hem de özellikle banka satışları gibi özel sektörde büyük hacimli el değiştirmelerin bu yıllarda yaşanması. Dolayısıyla, rekor düzeylere ulaşan yabancı sermaye girişleri de aslında yeni yatırımlara dayanmıyor.
Dolayısıla, yabancı sermaye az ya da çok geliyor gelmesine ama bu, mevcut sermaye stokunda artış yaratmıyor. Çünkü aslında daha önce yerli şirketlere ya da devlete ait olan varlıklar yabancılar tarafından satın alınıyor. Elbette, bu tür girişlerin de türlü katkılar sağlayabileceği ileri sürülebilir. Fakat bu konuda ‘büyük gürültü’ kopartılıyorsa, ülkeye giren yabancı sermayenin üretkenliğine ya da ülkenin toplam sermaye stokuna ne kattığına bakmamız gerekmez mi? Benzer şekilde, teknoloji transferine veya genel olarak yabancı sermayenin geldiği alanlarda eldeki bilgi birikimine ne eklendiğini de merak etmeliyiz, değil mi?
Peki ne oldu da o yıllarda böylesine iştahla Türkiye’ye yönelen yabancı yatırımcılar sonraki yıllarda aynı ilgiyi göstermediler? Bu durumu 2007’den itibaren, özellikle Batılı ülkelerde yoğunlaşan küresel finansal krizin etkilerine bağlamak mümkün görünse de konuyu sadece bu dar kalıp içine hapsetmenin doğru olmayacağı açık.
Belki de en önce, şu soruyu sormalıyız: Yeni üretken yatırımlar yapmak isteyen veya görece ileri teknolojiye dayanan ve daha büyük katma değer üretme potansiyeline yatırımlar hangi coğrafyaları tercih ediyor? Bu sorunun cevabı aynı zamanda, “Türkiye ne yaparsa ve nasıl yaparsa ‘nitelikli ve yeni’ yabancı sermayeli yatırımları çekebilir” sorusunun da cevabı olacaktır.
Bu sorunun cevabı Türkiye’nin özellikle “altyapısını” yakından ilgilendiriyor. Evet, elbette makroekonomik istikrar, örneğin fiyat istikrarı da yabancı şirketler için önem taşıyor. Fakat bunların ötesinde bakılması gereken çok önemli hususların mevcudiyeti gözden kaçmamalı. Örneğin bir ülkedeki “insan yapısı varlıklar”ın miktar ve kalitesi makroekonomik istikrardan belki çok daha önemli. Çokuluslu şirketler ‘yatırım yeri kararlarını’ verirlerken, konuya iki aşamalı olarak yaklaşıyorlar: İlk aşamada makroekonomik değişkenlerle birlikte, yatırım ve kambiyo mevzuatının serbesti derecesi gibi hususları değerlendiriyorlar. Sonraki ve belki de çok daha önemli olan ikinci aşamadaysa, potansiyel yatırım ülkesindeki ‘insan yapısı’ varlıkların niteliğine bakıyorlar.
Belirttiğim gibi Türkiye’ye yabancı sermaye girişi Türkiye’nin “altyapısını” çok yakından ilgilendiriyor. Sadece fiziksel altyapısını değil, beşeri ve kurumsal altyapısını da. Başka bir ifadeyle, Türkiye yurt dışından “nitelikli yeni yatırım” çekebilmek için hem fiziksel altyapını iyileştirmek hem de hem nitelikli işgücü yetiştirip, iş yapma alışkanlıklarını iyileştirmek zorunda.
Kentleşme sorunu da konumuzun başlı başına içinde. Örneğin, Ankara’nın ve İç Anadolu Bölgesi’nin daha çok yatırım ve yabancı sermaye çekebilmesi bölgeyi diğer büyük kentlere bağlayan demiryolu, havayolu ve karayolu bağlantılarının durumuna veya Ankara’nın bir yaşam alanı olarak çekiciliğine bağlı. Bunların yanı sıra kentte yaşayan işgücünün niteliği ve aldığı eğitimin kalitesi kilit durumda tabii. Bu son nokta çok önemli, çünkü nitelikli işler nitelikli ve yaratıcı insanları gerektiriyor!
Emin Akçaoğlu
emin.akcaoglu@ieu.edu.tr
Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Kasım 2011 sayısında yayınlanmıştır.
Sayılara daha yakından bakalım: Türkiye’ye 2010 yılında gelen yabancı sermaye tutarı bir önceki yıla (2009’da 8,4 milyar dolar) göre %8,3 artışla 9,1 milyara dolara ulaştı. Fakat bu tutar 2007’deki 22 milyar dolarlık rekor girişle kıyaslandığında, belirgin bir gelişme olmadığı görülüyor. Türkiye’ye gelen yabancı sermayenin dikkat çektiği sadece üç yıl var: 2006 (20,2 milyar dolar), 2007 (22 milyar dolar) ve 2008 (19,5 milyar dolar). Bu yılların özelliğiyse hem Türk Telekom gibi büyük çaplı özelleştirmelerin hem de özellikle banka satışları gibi özel sektörde büyük hacimli el değiştirmelerin bu yıllarda yaşanması. Dolayısıyla, rekor düzeylere ulaşan yabancı sermaye girişleri de aslında yeni yatırımlara dayanmıyor.
Dolayısıla, yabancı sermaye az ya da çok geliyor gelmesine ama bu, mevcut sermaye stokunda artış yaratmıyor. Çünkü aslında daha önce yerli şirketlere ya da devlete ait olan varlıklar yabancılar tarafından satın alınıyor. Elbette, bu tür girişlerin de türlü katkılar sağlayabileceği ileri sürülebilir. Fakat bu konuda ‘büyük gürültü’ kopartılıyorsa, ülkeye giren yabancı sermayenin üretkenliğine ya da ülkenin toplam sermaye stokuna ne kattığına bakmamız gerekmez mi? Benzer şekilde, teknoloji transferine veya genel olarak yabancı sermayenin geldiği alanlarda eldeki bilgi birikimine ne eklendiğini de merak etmeliyiz, değil mi?
Peki ne oldu da o yıllarda böylesine iştahla Türkiye’ye yönelen yabancı yatırımcılar sonraki yıllarda aynı ilgiyi göstermediler? Bu durumu 2007’den itibaren, özellikle Batılı ülkelerde yoğunlaşan küresel finansal krizin etkilerine bağlamak mümkün görünse de konuyu sadece bu dar kalıp içine hapsetmenin doğru olmayacağı açık.
Belki de en önce, şu soruyu sormalıyız: Yeni üretken yatırımlar yapmak isteyen veya görece ileri teknolojiye dayanan ve daha büyük katma değer üretme potansiyeline yatırımlar hangi coğrafyaları tercih ediyor? Bu sorunun cevabı aynı zamanda, “Türkiye ne yaparsa ve nasıl yaparsa ‘nitelikli ve yeni’ yabancı sermayeli yatırımları çekebilir” sorusunun da cevabı olacaktır.
Bu sorunun cevabı Türkiye’nin özellikle “altyapısını” yakından ilgilendiriyor. Evet, elbette makroekonomik istikrar, örneğin fiyat istikrarı da yabancı şirketler için önem taşıyor. Fakat bunların ötesinde bakılması gereken çok önemli hususların mevcudiyeti gözden kaçmamalı. Örneğin bir ülkedeki “insan yapısı varlıklar”ın miktar ve kalitesi makroekonomik istikrardan belki çok daha önemli. Çokuluslu şirketler ‘yatırım yeri kararlarını’ verirlerken, konuya iki aşamalı olarak yaklaşıyorlar: İlk aşamada makroekonomik değişkenlerle birlikte, yatırım ve kambiyo mevzuatının serbesti derecesi gibi hususları değerlendiriyorlar. Sonraki ve belki de çok daha önemli olan ikinci aşamadaysa, potansiyel yatırım ülkesindeki ‘insan yapısı’ varlıkların niteliğine bakıyorlar.
Belirttiğim gibi Türkiye’ye yabancı sermaye girişi Türkiye’nin “altyapısını” çok yakından ilgilendiriyor. Sadece fiziksel altyapısını değil, beşeri ve kurumsal altyapısını da. Başka bir ifadeyle, Türkiye yurt dışından “nitelikli yeni yatırım” çekebilmek için hem fiziksel altyapını iyileştirmek hem de hem nitelikli işgücü yetiştirip, iş yapma alışkanlıklarını iyileştirmek zorunda.
Kentleşme sorunu da konumuzun başlı başına içinde. Örneğin, Ankara’nın ve İç Anadolu Bölgesi’nin daha çok yatırım ve yabancı sermaye çekebilmesi bölgeyi diğer büyük kentlere bağlayan demiryolu, havayolu ve karayolu bağlantılarının durumuna veya Ankara’nın bir yaşam alanı olarak çekiciliğine bağlı. Bunların yanı sıra kentte yaşayan işgücünün niteliği ve aldığı eğitimin kalitesi kilit durumda tabii. Bu son nokta çok önemli, çünkü nitelikli işler nitelikli ve yaratıcı insanları gerektiriyor!
Emin Akçaoğlu
emin.akcaoglu@ieu.edu.tr
Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Kasım 2011 sayısında yayınlanmıştır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)