Dünyanın hâli pek parlak değil. Uluslararası kuruluşların en tepesindeki isimlerden Batının önde gelen siyaset ve devlet adamlarına kadar pek çok kişi bunu söylüyor. Sanayileşmiş zengin ülkelerde süregiden ekonomik krizin etkileri kaçınılmaz biçimde dünyanın tümünü etkiliyor ve bu krizin ne zaman, nerede, ne kadar hasarla sonlanacağını kimse bilmiyor. Elbette bu ülkelerin hükümetleri de hasarı asgariye indirmek ve süreci olabildiğince kısaltmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Peki nasıl?
Yaşanan olaylardan alınması gereken çok önemli bir ders var: Söylenenlerle yapılanlar birbirinden çok farklı. Onlarca yıldır gelişmekte olan ülkeler ‘bütçe disiplininden’, ‘piyasanın erdemlerinden’, ‘devlet müdahalesinin sakıncalarından’ söz eden sanayileşmiş ülke hükümetleri ve genellikle bunlar tarafından kontrol edilen IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların yöneticileri, sorun kendi sorunları olduğunda ağız değiştiriyorlar.
2000’li yılların başında Türkiye’yi vuran krizlerin ilk dalgası – hatırlanacaktır – bazı bankaların çöküşüyle geldi. Bu dönem Türkiye’de bankacılık sektörünün köklü biçimde yeniden yapılandığı bir dönemin başlangıcıdır. Bu sürecin lehimize ya da aleyhimize olduğu tartışması bir yana, bugünle kıyaslanması gereken bazı yönleri vardır. Örneğin, Demirbank aktif kalitesi kötü olduğu ya da içi boşaltıldığı için değil bilançosunun iki yakasındaki vade uzunlukları bakımından, gereğinden çok risk üstlenip; kısa vadeli borçlanıp, bu fonları uzun vadeli devlet iç borçlanma senetlerine yatırdığı için likidite sıkıntısına düşmüş ve batmıştır. Bu bankanın devlet tarafından kurtarılması gündeme alınmamıştır bile. Demirbank’ın batışı, yabancı sermayeli bankaların Türkiye’ye giriş sürecinin dönüm noktasıdır. O dönemde hem IMF temsilcileri hem de IMF’ye yön veren ülkelerin yöneticileri, bir bankanın kamu kaynaklarıyla kurtarılmasının doğru olmayacağına ant içebilecek kadar keskin görüşlere sahiptiler.
Resme bugün baktığınızda belki aynı kişiler değil ama, aynı koltuklarda oturanlar kendi ülkelerinde batma noktasına gelmiş bankaları kurtarmak için kamu fonlarını kullanmaktan çekinmiyorlar. Bütçe disiplini kavramının anlamını bile hatırlayan yok. Örneğin Avrupa’yı sarsan devlet borçları, bir ölçüde krizin ilk dönemlerindeki sarsıntıyı hafifletmek için devlet bütçelerinin olabildiğince yoğun ve hatta imkânların ötesinde kullanılmasından kaynaklanmıyor mu? Konu gelişmekte olan ülkelere geldiğinde ‘monetarist’ fakat kendilerine geldiğinde ‘Keynezyen’ olan bu ülkelerin tarihleri zaten bu yaklaşımın örnekleriyle dolu.
Sadece bütçe disiplini veya banka kurtarma operasyonları bakımından değil; fakat akla gelebilecek her iktisadî konuda kendi menfaatleri gündeme geldiğinde devlet müdahaleciliğini ve kendi şirketlerinin korunmasını sonuna kadar savunanların yine aynı ülkeler olduklarını iyi görmek gerekiyor. Dünün gelişmekte olan, bugünün sanayileşmiş ülkesi Kore bile ‘merdiveni tırmandıkça’ bu tür politikalarda ustalaşıyor. Kore’nin, tablet bilgisayarların uluslararası ticarette yeni bir ‘kapışma alanı’ olduğu bugünlerde, ‘Apple iPad’e karşı ‘Samsung Galaxi’yi geliştirme sürecinde, kendi iç pazarını türlü yöntemlerle koruma altına alışı sanırım hepimizi düşündürmeli.
Tarihin gerektiği gibi okunması, şimdiki zamanı iyi değerlendirebilmek için bir zorunluluk. Bilimle propaganda arasındaki ayrımın – özellikle sosyal bilimler söz konusu olduğunda – görülmesi bazen kolay olmayabiliyor. Örneğin, internetin önümüzde yepyeni bir çağ açtığı ve bilgiye erişimin son derece kolaylaştığı sıklıkla tekrarlanırken, aynı internetin bir bilgi çöplüğü olduğu çoğunlukla gözden kaçıyor. Doğruyla yanlışın, propagandayla bilimin birbirinden gereğince ayrılabilmesi için yegâne sığınağımız ‘eleştirel düşünmek’ olabilir. Bütün bu sorunlar karşısında ‘akla dayanan’ değerlendirmelerin dışındakiler, eğer kasıtla kötü niyetli değillerse saflıktan öteye gidemezler.
Dünyanın içinde bulunduğu bu ekonomik kriz döneminde, bize akıl hocalığı yapmayı seven sanayileşmiş ülkelerin ve bunların kontrolündeki uluslararası kuruluşların, bu ülkelerin kendi menfaatleri söz konusu olduğunda uyguladıkları ya da önerdikleri politikalar; daha on yıl önce bize sundukları politika önerilerindeki samimiyetlerini günışığına çıkarıyor.
İşte bütün bunlar bize ders olmalı. Öyle bir ders ki örneğin sanayileşme politikamızı şekillendirirken bugünün sanayileşmiş ülkelerinin, kendi sanayileşme politikalarını tarihsel süreç içerisinde nasıl yürüttüklerini kılı kırk yararak incelemeliyiz; doğruyla yalanı, propagandayla bilimi ayırt ederek… Sanayileşme politikasının tüm yanlarını hatırda tutarak yapmalıyız bunu. Bu bakımdan bugünün zengin ülkelerinin ne söylediklerine değil, ne yaptıklarına bakmalıyız. İşte bazen kriz bile fırsat olabiliyor. En azından aklımızı başımıza devşirmek için…
Emin Akçaoğlu
emin.akcaoglu@ieu.edu.tr
Bu yazı Dünya Gazetesi’nin eki olarak dağıtılan OSTİM Organize Sanayi Gazetesi’nin Aralık 2011 sayısında yayınlanmıştır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder